25 Nisan 2013 Perşembe

Uluslararası Çocuk Ve Mahrumiyetler Sempozyumu


Emine Erdoğan ve Bakan Şahin'in katılımıyla Uluslarararası Çocuk ve Mahrumiyetler Sempozyumu düzenleniyor.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı haftası kapsamında HAKEDER tarafından Üsküdar Belediyesi, Beykoz Belediyesi, Zeytinburnu Belediyesi ve İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle 26-27 Nisan 2013 tarihleri arasında 'Uluslararası Çocuk ve Mahrumiyetler Sempozyumu' düzenleniyor.

Emine Erdoğan ve Aile Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin'in yanısıra Hakeder Başkanı Ayşe Çelikbilek, Beykoz Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek, Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara ile Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın ve birçok protokol davetlisinin de katılacağı Sempozyumda, toplum içerisinde gündelik hayatta çok farklı 'mahrumiyetler' yaşayan çocukların sorunları dile getirilirken bu sorunların giderilmesi için çözüm önerileri sunulacak.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın desteğiyle düzenlenen sempozyumda Türkiye'de çocuk istismarından engelli çocukların mağduriyetine, üstün yetenekli çocuklardan yetiştirme yurtlarında yaşamak zorunda kalan çocuklara, madde bağımlısı çocuklardan suça sürüklenen çocukların yaşadıkları zorluklara kadar pek çok önemli konuda görüş alışverişinde bulunulacak .

Sempozyumun açılışı 26 Nisan Cuma günü saat 11.00'de Üsküdar Belediyesi Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi'nde yapılacak.

TARİH: 26 NİSAN 2013 CUMA SAAT: 11.00
YER: ÜSKÜDAR BAĞLARBAŞI KONGRE VE KÜLTÜR MERKEZİ
(Selamiali Mh. Gazi Cd. No.22 Bağlarbaşı-Üsküdar)
Bilgi/İrtibat: Abdurrahman C.Fidancı/Beykoz Belediyesi Basın Dan. 0533 927 63 81,
Onur Arifoğlu/Üsküdar Bld.Basın Dan. 0533 448 24 26

ULUSLARARASI ÇOCUK VE MAHRUMİYETLER SEMPOZYUMU
26-27 NİSAN 2013
PROGRAM
26 Nisan 2013 11.00
AÇILIŞ
Sinevizyon ve Tanıtım
Fotoğraf Sergisi
Açılış Konuşmaları
Hakeder Başkanı Ayşe Çelikbilek
Protokol Konuşmaları
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma ŞAHİN
Emine Erdoğan

I. OTURUM (11.30-13.00)
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Mustafa Tekin
Konuşmacılar:
Prof. Dr. Gökhan Oral 'Fuhuşa Sürüklenen Çocuklar'
Prof. Dr. Sefa Saygılı 'Türkiye'de Çocuk İstismarı'
Dr. Ali Ünlü 'Türkiye de madde kullanım problemi ve önleme politikaları kapsamında 'Hedef Sensin' projesi'
Mehtap Kayaoğlu 'Yeni Moda Mahrumiyet: Aşırı İlgi Sonucu Narsistleştirilip Mutsuz Hale Getirilen Çocuklar'
Dr.Aylin Çiftçi 'Engelli Çocuk Mahrumiyeti'
Ara (16.30-17.00) Çay-Kahve

II. OTURUM (14.00-15.30)
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Gökhan Oral
Konuşmacılar:
Prof. Dr. Nükhet 'İşiten 'Çocuk istismarı'
Doç. Dr. Süleyman 'Doğan  Varlıklı çocukların 'Varlık' Mahrumiyeti'
Ayşegül Demircan 'Sokağın büyüttüğü çocuklar'
Fatih Kucur 'Mülteci Çocukların Psiko-Sosyal Dünyasını Anlamak'

III. OTURUM (14.00-17.30)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ergün Yıldırım
Konuşmacılar:
Doç. Dr. Özkan Yıldız 'Çocuk İşçiliğinde Yeni Toplumsal Eğilimler'
Yrd. Doç. Dr. Rıfat Bilgin 'Doğu ve Güneydoğu'da Çocuk Olmak'
Dr. Nilay Karaca 'Kürtaj ve Çocuk'
Şebnem Avşar Kurnaz 'Türkiye'de Çocuk Yoksulluğu'

27 Nisan 2013 Cumartesi
IV.OTURUM (09.30-11.00)
Oturum Başkanı: Doç.Dr.Süleyman Doğan
Konuşmacılar:
Yrd. Doç. Dr. Ömer Miraç Yaman 'Esenler'de Apaçiler ve Madde Bağımlılığı'
Kevser Topkar Terzioğlu 'Madde Bağımlısı Çocuklar ve Mahrumiyetleri'
Abdülkerim Gökler 'Suça Sürüklenen Çocuklar'
Ara (11.00-11.30)
Çay-Kahve

V. OTURUM (11.30-12.45)
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Özkan Yıldız
Doç. Dr. Mustafa Tekin 'Çocuklar için 'Değer'
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Doğan 'Aile İçi Çocuk Eğitiminde Ebeveynlerin Çocuklarına Yönelik Tutum ve Davranışları'
Yrd. Doç. Dr. Musa Kazım Gülçür 'Çocuk Hakları'
Yemek Arası (12.45-14.30)

VI. OTURUM (14.30-16.00)
Oturum Başkanı: Lokman Ayva (21.22.Dönem TBMM Milletvekili)
Konuşmacılar:
Prof. Dr. Muhammed Serag 'Çocuk, Suç ve Ceza'
H. Vicdan Tekin 'Parmaklıklar Arasında Suçsuz Çocuklar'
Ayhan Küçük 'İşgal Edilen Çocuk'
Meryem Akbal 'Çocuk ve Medya'
Ara(16.30-17.00)Çay-Kahve

VII. OTURUM (17.00-18.30)
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Abdurrahman Özdemir
Yrd. Doç. Dr. Abdülkadir Kabadayı 'Yetiştirme Yurdundaki Çocukların Mahrumiyeti'
Yrd. Doç. Dr. Faruk Levent  'Üstün Yetenekli Çocukların Eğitsel Hak Mahrumiyetleri'
Yrd. Doç. Dr. Tunca Özgişi 'Bir Propaganda Aracı Olarak Çocuk ve Savaş-I. Dünya savaşı Örneği'
Halis Kuralay 'Görme Engelliler ve Sosyal Medya Kullanımı'

KAPANIŞ

http://www.aile.gov.tr/tr/
http://yenisafak.com.tr/foto-galeri/cocuk-ve-mahrumiyetler-sempozyumu/5347
http://yenisafak.com.tr/kultur-sanat-haber/cocuk-ve-mahrumiyetler-sempozyumu-24.04.2013-514788

21 Nisan 2013 Pazar

Bir cunta liderinin ibret dolu hikayesi / İbrahim Karagül



İbrahim KARAGÜL

Bir zamanların kudretli Devlet Başkanı, cunta lideri Pervez Müşerref, dün hakkında tutuklama kararı verilen mahkemeden apar topar kaçırıldı.

Oysa o, 11 Mayıs'ta yapılacak seçimlerde yeniden aday olmak, kazanmak, Pakistan'ın başına geçip eski kudretli günlerine dönmek istiyordu.

Onun, Navaz Şerif'i darbeyle devirdiği günü bugün gibi hatırlıyorum. 1999'da Sri Lanka'dan gelirken 'uçağıma ateş açıldı' demiş, havaalanına iner inmez Pakistan ordusunu harekete geçirmiş ve ülkenin kontrolünü ele almıştı. Film senaryosu gibi an be an izlemiştik o günkü gelişmeleri.

ABD'nin Afganistan'a müdahalesi, Pakistan'ı iç savaşa sürüklemesi onun zamanında oldu. Gücünü Pakistan ordusundan alıyordu ama bu müdahaleler sırasında ABD ile derin ilişkilere girdi, iktidarı ondan alır hale geldi. Gerçi askeri darbe de böyle bir ortaklığın ürünüydü ama neyse..

Daha sonra; ABD'nin kendisini tehdit ettiğini, 'ülkeni taş devrine döndürürüz' dediğini söyledi. Korkmuştu ve her emre itaat etmişti!

Türkiye'de eğitim gören, Türkçe bilen, Beşiktaşlı Müşerref, ülkesini neoconların insafına terketti. Onun eseri olarak bugün Pakistan'da neredeyse günde yüz kişi hayatını kaybediyor.

2008'de azledilme korkusuyla görevinden istifa etti. Dört yıl sonra yeniden Pakistan'a döndü. Dönüş haberini aldığımda, 'onu öldürecekler' demiştim.

Eski Başbakan Benazir Butto da aynı şekilde sürgünden dönmüş, seçimlere katılmak istemiş, dönüşü Müşerref'i ciddi biçimde rahatsız etmiş, seçim kampanyaları sırasında öldürülmüştü. 2007 yılının sona ermesine dört gün kala Pakistan tarihine çok önemli bir not düşülmüştü.

Öyle olmadı, öldürülmedi ama hakkındaki soruşturmalar yüzünden tutuklanma tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Dünkü duruşmada da onu mahkeme salonundan kaçırdılar.

Bundan sonrası Müşerref için hiç de iyi olmayacak. 11 Mayıs'a kadar her şeyin olabileceğini not edelim.

Müşerref gibi liderlerin; gücünü halktan değil küresel güçlerden alan siyasilerin sonu hiç iyi olmuyor. Ülkesinden ve halkından çok güç dengeleri üzerinde ip cambazı gibi oynamayı seçtikleri için her an infaz edilme riskini taşıyorlar. Bir çoğunun sonu da öyle olur.

Pakistan'a dönüşünde dikkat çekici bir bilgi çıktı ortaya. İnsansız hava araçlarıyla hemen her gün saldırılar düzenleyip onlarca insanı öldüren ABD'nin gizli operasyon anlaşmasını Müşerref'le yaptığı kesinleşti.

O günleri de çok iyi hatırlıyorum. Müşerref, Afganistan işgalinin en itaaktar ortaklarındandı.

Bırakın Afganistan'a ihanet etmeyi, kendi askerlerine ve istihbarat görevlilerine bile ihanet etti. Onun gizli anlaşmaları yüzünden yüzlerce Pakistanlı istihbarat mensubu Afganistan'da öldürüldü. Taliban saflarında savaşan binlerce Pakistanlının ölümünü söylemeye bile gerek yok.

Bu gizli anlaşmalar yeni ortaya çıktı ama bize göre hiç de yeni değildi. Daha fazlasını 2007 Aralık ayında bu köşede, ayrıntılarıyla aktarmıştım. Bugün ortaya çıkanları beş yıl önce nasıl anlattığımı hatırlatayım:

Müşerref 3 Kasım'ında olağanüstü hal ilan etti. 2 Kasım'da ABD'li bir istihbarat şirketi, 'nükleer silahların İslamcıların ya da ordu içindeki şahin grubun eline geçmeyeceğini' açıkladı. Yani olağanüstü hal ilanından bir gün önce. İstihbarat şirketinin Ortadoğu uzmanı The Washington Post gazetesinde 'müdahale'nin gerçek sebebini açıklamış oldu. Açıklama, ABD yönetimini rahatlatmayı, Pakistan'ın nükleer silahlarının kontrolüne ilişkin kaygılarını gidermeyi amaçlıyordu. 12 Kasım'da aynı gazetede AFP kaynaklı bir haber daha yayınlandı. ABD'nin, Pakistan nükleer silahlarını korumak için gizli bir planı olduğuna ilişkin rapordan söz ediliyordu. Washington'ın silahların kontrolünü ele almayı planladığı, iyimser senaryoya göre Pakistan ordusunun ABD'ye destek vereceği bildirildi.

Kötümser senaryoya göre ise, Müşerref'in kontrolü kaybedeceği, siyasi krizin derinleşeceği, ABD karşıtı güçlerin nükleer silahların kontrolünü ele geçireceği ve bunun bir ya da iki yıl içinde olabileceği belirtiliyordu. Tehlikeyi önlemek için önümüzdeki yıldan itibaren Pakistan'a ABD askeri gönderilecek, ülke içinde operasyonlar yapılacak ve yedi yıl orada bulunulacaktı.

Dünya, gizli plana kilitlendi ve Müşerref 'darbe'sine ilişkin tartışmanın niteliği değişti. Bir gün sonra, yani 13 Kasım'da Pakistan Dışişleri Bakanlığı ABD'nin planına karşı çıktı ve nükleer silahları koruyacak güçte olduklarına duyurdu. Bir korkunç korku vardı: Pakistan'ın nükleer silahları bir gün İsrail'e yönelirse korkusu bu.

İşte bunlar olurken Müşerref, ABD'nin nükleer kaygılarını gideriyor, terörle mücadele bahanesiyle ülkesine yabancı özel birlikleri alıyor, Pakistan üslerini onlara tahsis ediyordu.

Bir- iki yıl değil, yıllardır silahların kontrolünü ele alamadılar ve yıllardır o operasyon devam ediyor. İşte ölümlerin sebebi bu operasyon. Altında da Müşerref'in imzası var.

Böyle bir coğrafya burası. Soğuk savaş döneminde bunun onlarca örneğini gördük. İktidar için kendi ülkesini ve halkını kurban edenlere tanık olduk. Ama artık o dönem geride kaldı. Böyle liderlerin iktidar şansı kalmadı.

Müşerref bu günah defterine rağmen Pakistan'a gelip seçime girmek istiyor. Ama bu gidişin sonu da Benazir Butto gibi olabilir… Dikkatle takip etmek lazım.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimKaragul/bir-cunta-liderinin-ibret-dolu-hikayesi/37307

19 Nisan 2013 Cuma

Hz. Peygamber ve İnsan Onuru (2) / Mehmet Görmez


Diyarbakır’da Kutlu Doğum Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in Konuşması;

“Kutlu Elçi’ye selam olsun…”
Bugün kutlu doğumunu idrak ettiğimiz Efendimizi saygı ve tazimle yad ediyorum. Diyarbakır’da medfun Zülküfl ve Elyesa peygamberlere selam olsun. Diyarbakır’da medfun olan Resul-i Ekrem’in ashabına başta Halid Bin Velid’in oğlu Süleyman Hazretlerine selam olsun. Belki de Cennetül Baki ve Cennetül Mualla’dan sonra en çok sahabinin medfun olduğu Diyarbakır’dayız. Sevgili Peygamberimizin, refiki alaya hicretinden yedi sene sonra İslam orduları İyaz Bin Ganem komutasında Diyarbakır’a girdiler. O kutlu orduya, o ordunun bütün neferlerine selam olsun. Anadolu’da kapılarını ilk defa Rahmana secde edenlere açan daha sonra kendisine kardeş olan Bursa Ulu Camii’nin kardeşi Diyarbakır Ulu Cami’ye selam olsun. O Ulu camide Rahman’a secde eden bütün mü’minlere selam olsun.

Çok değerli kardeşlerim, her yıl kutlu doğum için yüreğimizde çorak kalmış, hayatımızda çorak kalmış bir yönümüzü Resul-i Ekrem’in şifa dağıtan mesajlarıyla buluşturmaya çalışıyoruz. Bu yıl “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” dedik. Zira insan zaman zaman kendisini unutuyor. Rabbimiz Kur’an’da “Ey insanlar eğer siz rabbinizi unutursanız rabbinizde size kendinizi unutturur” İnsan zaman zaman kendisini unutuyor. Ne kadar yüce varlık olduğunu unutuyor ve ihmal ediyor. Sadece insana insanı bir nebze olsun yeniden anlatmak istedik Resul-i Ekrem’in kutlu doğumunda. İnsan varlık sebebini, hayatın anlamını unutuyor. Anlamlı dünyanın anlamlı sakinine, hayatın anlamını, varoluşun gayesini yeniden hatırlatmak gerekiyor.

“İnsanın onurunu kıranlar insana bu değerlerin doğuştan verildiğinden habersizler…”

Neden insan onuru? Zira dünyanın her yanında insanın onuru rencide edilmeye, zedelenmeye ayaklar alt alınmaya devam ediyor. En kötüsü insanın onurunu kıranlar, incitenler onurun, izzetin, şerefin, itibarın, değerin doğuştan her insana verildiğini unutuyor, bilmiyorlar. Onur elçisinin onur mücadelesini insana ve insan onuruna verdiği değeri, insan onurunu yüceltmek için verdiği mücadeleyi, kız çocukların, kadınların, erkeklerin, kölelerin, fakirlerin, yetimlerin, miskinlerin, mazlumların, zayıfların onurunu korumak için nasıl mücadele ettiğini hep birlikte yeniden hatırlamaya ihtiyacımız var.

“Veda hutbesi bir onur manifestosudur…”

Neden insan onuru? Zira onur elçisine göre insan, bizatihi doğuştan, yaratılıştan değerli ve onurlu bir varlıktır. Bütün insanlık veda hutbesinde o muhteşem onur manifestosunda, “Ey insanlar, hepiniz Ademdensiniz Adem’de topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, siyahın beyaza, beyazın siyaha hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadadır” ifadelerini yeniden hatırlamaya bir kez daha ihtiyacımız var. Aynı hutbede “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir” ifadesini yeniden duymaya insanların ihtiyacı var.

Ona göre insanın canı, kanı mukaddestir dokunulamaz. Ona göre insanın ırzı, onuru, namusu mukaddestir dokunulamaz. Ona göre kadın yaratılış itibarıyla ilahi vahye muhatap onurlu bir varlıktır. Kadını kadın olduğu için aşağılamak ona göre en büyük onursuzluktur. Ona göre çocuk cenin safhasından itibaren hak sahibi onurlu bir varlıktır. Allah’ın insanlığa şerefli bir emanetidir.

Yetimler, kimsesizler ve onları gözetip koruyanlar onun cennetteki arkadaşlarıdır. Onun nazarında köle olarak doğan hor ve hakir görülen Zeyd’in oğlu Usame İslam ordularının komutanı olmasında hiçbir sakınca yoktur. Onun nazarında İki gözü görmeyen Abdullah İbni Mektum’un kendisinden sonra Medine’de onun valisi, vekili olmasında hiçbir engel yoktur.

Onun gözünde adaleti yerine getirme hususunda kızı Fatıma ile Mahsun kabilesinden Fatıma Binti Esved arasında hiçbir fark yoktur. Ona göre insanın onuruna, saygınlığına, maddi ve manevi şahsiyetine yönelik her hareket en büyük suçtur, en büyük günahtır. Hiç kimse soyundan, sopundan, ırkından, renginden dolayı kaş göz işaretiyle dahi asla hor görülemez, aşağılanamaz, hakir görülemez.

O sebepledir ki Bilal-i Habeşi’ye “Siyah kadının oğlu” diye hitap ettiği için Efendimiz Ebu zer Gıfari’ye “Ey Eba Zer, sende hala cahiliye tortuları var” demiştir. Cahiliye tortuları kendisinden sonrada zaman zaman İslam toplumlarında nüksetmiş ve İslam toplumlarındaki barışı, kardeşliği, huzuru hep ortadan kaldırmıştır. O cahiliye adetleri Emeviler döneminde, Abbasiler döneminde, Endülüs’te, Osmanlının yıkılışında ve bugün İslam dünyasının her tarafında nüksedilen cahiliye adetleri vardır.

“Mezhepçilik ve milliyetçilik cahiliye tortularıdır…”

Diyarbakır’a İslam ordularının geldiği zamanlarda Hz. Ömer döneminde Sad Bin Ebi Vakkas ve Selman-ı Farisi arasında küçük bir kırgınlık oluşmuştur. 12 sahabe oturuyor. Sad Bin Ebi Vakkas her birisine kendi mezhebini saymasını söyledi. Ve herkes kendi atalarını saymaya başladı. Sıra Selman-ı Farisi’ye gelmişti. Selman, hala cahiliye tortularını taşıyacak olanlara mesaj olacak şu ifadeleri kullandı; “Benim İslam döneminde hiç atam olmadı. Ben kendimi şöyle tanıtıyorum. Ben, İslamoğlu Selman’ım” dedi. Bunu işiten Hz. Ömer meclise gelir ve derki; “Kureyşliler iyi bilirler ki Hattaboğulları cahiliye döneminde ne kadar aziz sayılır. Ama şunu herkes bilsin ki, ben de İslamoğlu Ömer’im ve İslamoğlu Selman’ın kardeşiyim”

“İnsan hiçbir zaman kendi hayatını başka hiçbir insanın hayatına araç haline getiremez…”

Doğumunu kutladığımız bizi bugün sene-i devriyesiyle onurlandıran Efendimize göre insan, gaye varlıktır, araç varlık değildir. İnsan hiçbir zaman kendi hayatını başka hiçbir insanın hayatına araç haline getiremez. Bu sebeple Şeyh Galip “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen, merdum-i dide-i ekvam olan Ademsin sen” İnsan alemin özüdür. Kâinatın gözbebeğidir. İnsan gaye varlıktır. İnsan ürünü hiçbir ideoloji insan ve insanlık onuru kadar yüce olamaz. Onun için hiçbir insan kendi hayatını insanlık onurunu ayaklar altına alan hiçbir ideolojiye feda edemez.

Dinde, hukukta, devlette insan onurunu yüceltmek için vardır. İnsan din için, devlet için, hukuk için değildir. Dinde, hukukta, devlette insan içindir insana göre yapılmıştır. İnsan onurunu zedeleyen, rencide eden hiçbir söz ve davranış meşruiyetini İslam’dan ve İslam Peygamberinden alamaz.

“Bir insanın onurunu kırmak bütün insanlığın onurunu kırmakla eş değerdir…”

Peygamber Efendimiz bir gün Kabetullah’ı tavaf ediyordu. Kâbe’ye bakarak şöyle dedi; Ey Kâbe, ne kadar hoşsun, ne kadar güzelsin, yücesin fakat canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki, bir mü’minin kalbi senden daha hoştur, güzeldir, yücedir” Bunun içindir ki, bir insanın onurunu kırmak bütün insanlığın onurunu kırmak gibidir, bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir, bir insanı yaşatmak bütün insanlığı yaşatmak gibidir.

“Çöplerden yiyecek toplayarak karnını doyuran çocuğun onuru bizim onurumuzdur…”

Çöplerden yiyecek toplayarak karnını doyuran çocuğun onuru bizim onurumuzdur. Gelecek kaygısıyla hayat hakkı ellerinden alınan bebeklerin onuru bizim onurumuzdur. Yetimler, kimsesizler, çaresizler, sokak çocuklarının onuru hepimizin onurudur. Ayazda mendil satarak yahut dilenerek hayatını kazanmaya çalışan kadının onuru hepimizin onurudur, bütün insanlığın onurudur. Şiddete, tacize, töre cinayetlerine, fuhşa zorlanan kadınların onuru bütün insanların onurudur. Zorla evlendirilen genç kızların onuru hepimizin onurudur. İnsan onuruna uygun yaşayamayan bizim yediğimizden yiyemeyen, giydiğimizden giyemeyen ama yanımızda çalışan arkadaşlarımızın, bizim hizmetlerimizde çalışan insanların onuru bizim onurumuzdur. Alkol ve uyuşturucuyla zehirlenen gençlerimizin onuru bizim onurumuzdur. Suriye’de, Irak’ta, Myanmar’da, Arakan’da öldürülen insanların onuru bizim onurumuzdur. Afrika’da açlık ve susuzluk içinde kıvranan insanların onuru bütün insanlığın onurudur.

“Nasıl ki bireylerin, insanların, fertlerin günahları olur, toplumların da günahları olur…”

İnsan Ahsen-i Takvim üzere yaratılmıştır ama esfeli safiline gitme ihtimali vardır. Alayi illliynden esfeli safiline götüren insanın kendi davranışlarıdır. Yaratılıştan sahip olduğu onur değildir. Her insan hata yapabilir, aslolan hatada ısrar etmemek nasuh bir tövbe ile tövbe etmektir.

Nasıl ki bireylerin, insanların, fertlerin günahları olur, toplumların da günahları olur. Kişilerin hata yapmalarına rıza gösterildiği zaman o günah bütün topluma yayılır. Kötülük için toplumsal bir atmosfer oluşur. Tıpkı bugün küresel günahların ortaya çıktığı gibi.

Bu sebepledir ki, Hz. Musa’nın duası Kur’an’da dikkat çeker; “Rabbim, bize öyle bir nimet ver ki, biz o nimet sayesinde hayatımız boyunca hiçbir suçluya, hiçbir mücrime, hiçbir zalime arka çıkmayalım, destek olmayalım. Eğer karnını doyuramadığı için bir insan yanlışa düşüp hırsızlık yaptıysa suçlu sadece kendisi olmaz. Toplumda suçlu olur. Eğer maddi sıkıntıdan dolayı bir baba bunalım geçiriyor, cinnet halinde ailesini katlediyorsa toplumda suçludur. Eğer bir insan doğuştan gelen haklarına sahip olmadığı için renginden, dilinden dolayı bir insan öteleniyorsa, en küçük bir horlamayla karşı karşıya kalıyorsa o suç toplumsal bir günaha dönüşür. Eğer bir toplumda can, mal, nesil, akıl, din, emniyeti ortadan kalkarsa, devlet adalet görevini yerine getirmezse o suç bütün toplumun olur.

“Peygamberimizin eli değdi diye Hacer-i Esved’e el süren müminin eli hiçbir zaman silah alarak mümin kardeşine doğrultamaz…”

Dünyada daha bu yüzyıl içerisinde çok büyük felaketler yaşandı. Almanya’da ırkçılık sebebiyle yüz binlerce insan katledildi. Bosna’da birkaç hafta içerisinde, birkaç hafta önce komşuları olan insanlara adeta bir soykırım uygulandı. Şimdi yanı başımızda Suriye’de kardeşler arasında ortaya çıkan kavgayı çok büyük bir üzüntüyle görüyor seyrediyoruz.

Kardeşlerim, nasıl ki bireylerin günahı var, nasıl ki toplumların günahı var aynı zamanda her günahın bir de tövbesi var. Toplumların tövbesi topyekûn hatalarını görmek ve bir daha o hatada ısrar etmemektir. Bunun için Hz. Peygamber’i örnek almak zorundayız. Peygamber sevgisini kalbinde taşıyan mümin, kendisi için istediğini mümin kardeşi içinde istemek zorundadır. Peygamber sevgisini kalbinde taşıyan mümin kardeşinin kalbini kıramaz, Halili Rahman’ı yıkamaz. Peygamber sevgisini kalbinde taşıyan kardeşiyle üç günden fazla küs duramaz. Peygamber sevgisini kalbinde taşıyan mümin cahiliye tortularını yüreğinde, zihninde, dimağında asla taşıyamaz. Onun sevgisiyle yanan gönül kin, nefret, intikam, öfke bulunduramaz. Onun sevgisiyle gözyaşı döken mümin bırakın masum bir anneyi, masum bir insanın gözyaşı dökmesine asla razı olamaz.

Peygamberimizin eli değdi diye Hacer-i Esved’e el süren müminin eli hiçbir zaman eline silah alarak mümin kardeşine doğrultamaz. Resul-i Ekrem’in hayatında bir hakem olayı vardır. Hani Kabe yeniden inşa edilir. Hacer-i Esved kırılmıştır. Mekke’nin ileri gelen bütün kabileleri Hacer-i Esved’i yerine koymak için birbirleriyle yarışır hatta ihtilaf ederler. Kabe’ye ilk gelecek kişiyi hakem olarak tayin ederler. Resul-i Ekrem görünür. Daha 25 yaşında delikanlı iken. Onu hakem tayin ederler. Resul-i Ekrem hırkasını yere serer, kırılan Hacer-i Esved’in kırılan parçalarını üzerine koyar ve onlara der ki; “Şimdi herkes hırkanın bir ucundan tutarak taşı yerine koysun” hep bilrikte taşı alırlar ve yerine koyarlar.

Şimdi ben de bütün Diyarbekir’li kardeşlerime ve onların şahsında bütün halkımıza sesleniyorum. Bu Kutlu Doğum Haftamızda hepimiz hırkamızı yere koyalım ve o hırkanın içerisine bugüne kadar bu ülkede kırılan bütün kalpleri, onurları koyalım. Sonra hep birlikte, her birimiz Edirne’deki, Hakkari’deki, Bursa’daki, Ankara’daki hatta gönül coğrafyamızdaki, Balkanlardaki, Orta Asya’daki bütün İslam coğrafyasındaki bütün kardeşlerimize seslenerek her birimiz bugüne kadar zedelenen insan onurunu, kırık kalpleri, kırık yürekleri hırkalarımızın üzerine koyalım. Her birimiz ucundan tutalım ve Kabetullahın o şerefli mekanına en güzel şekilde yerleştirelim.

http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-18807.aspx

Ebru: Hikmet Barutçugil
('40Gül 40 Hadis' 40. yıl 5. Sergisinden, Bağlarbaşı Kültür Ve Sanat Merkezi)

18 Nisan 2013 Perşembe

Suçla Gitsin Yahudi`yi! / Taha Kılınç

Taha KILINÇ

Ne zaman Yahudileri konu alan bir sohbete dahil olsam, ortamdakiler, ufak bir antrenmandan sonra hemen şu meyanda sözler etmeye başlıyorlar: "Adamlar çok güçlü. Hangi taşın altına baksan orada Yahudi. Bütün dünyaya hakimler. Düzenlerini çok sağlam kurmuşlar. Akademik camiada baş köşe onların. Ticaret ve ekonomiyi de onlar yönetiyor. İstemedikleri adamı hemen indiriyorlar, kendi adamlarını getiriyorlar yerine..."

Çoğu defa müdahale etmek zorunda kalıyorum bu sözlere: "Hey hey, bir dakika! Bu söyledikleriniz doğru olabilir. Ama konuşmalarımız, Yahudilere gizli hayranlıklarla ve kendi bünyemize dair bezginliklerle bitmesin. Zira bizim güçsüzlüğümüzdür onları güçlü kılan..."

Gerçekten de Müslümanların çoğunda, Yahudilerin gücüne dair adeta yerleşmiş bir akide vardır: "Yapmak istesek de yaptırmazlar. İzin vermezler. Yükseltmezler." Ben her defasında bu tür yorumların Allah`ı ve O`nun kudretini dışlayan yorumlar olduğunu düşünür ve ifade ederim. Ama sesim her defasında "Çocuk, senin bilmediğin neler var neler" yazıklanmalarıyla kesilir. Siz ne diyorsunuz yahu, bizde Yahudileri anlamak için okumak, araştırmak, hatta dillerini öğrenmek bile bir şüphe sebebidir. Ne de olsa "Dillerini herkese öğretmezler!" ?!

Bir aralar, her şeyi ama her şeyi Siyonizm`e bağlayan, İslam dünyasındaki her kötü gidişatı Siyonizm`le açıklayan yayınları bizzat İsrail`in finanse ettiği yönünde yorumlar vardı. Bu doğru mudur bilmiyorum, ama bence gayet mantıklı: İsrail`i yönetenlerin yerinde olsaydım, Siyonizm`in gücü, etkileri, karıştığı olaylar, müdahaleleri ve yapacaklarını anlatan yayınları İslam dünyasında bizzat finanse ederdim. Bunu kendimi yerin dibine batırmak pahasına yapardım. Çünkü bu propagandanın ortaya çıkaracağı korku, yılgınlık, bıkkınlık ve ye`s hali, her çabaya değerdi. Tıpkı bugün olduğu gibi!

Seçim kaybederiz, sorumlusu Yahudi!

Ekonomimiz batar, sorumlusu Yahudi!

Kardeş kavgası çıkar, birbirimizi boğazlarız, sorumlusu Yahudi!

İslam coğrafyası en zalim rejimlerin pençelerinde inler, sorumlusu Yahudi!

Çok güçlü oldukları, iyi yetişmiş bir insan malzemesine sahip bulundukları doğru. Ama her şeye de kadir değiller. Allah aşkına, o kadar da değil!

Gerçi her şeyi Yahudi`ye yıkmak işimize gelmiyor da değildir hani.

Düşünsenize, seçimleri kaybettiğinizde "Yeterince çalışmadık, insanlar bizi başlarında görmek istemedi, kendimizi düzeltelim" demek kolay şey midir? Suçla gitsin Yahudi`yi!

Kendi menfaatlerinden vazgeçip Müslüman kardeşini çok sevmek ve ümmet denilen kavramı yeniden diriltmek kolay şey midir? Kör dövüşüyle vur kardeşine, suçu da yık Yahudi`ye!

Çalışkan, erdemli, dürüst, ahlaklı ve tutarlı olmak kolay şey midir? Şeyh Nazım`ın harika deyişiyle "tembelliği meslek ittihaz et", başına gelen belaların suçu da Yahudi`nin olsun!

Bölük bölük, fırka fırka, hizip hizip ayrıl, güçsüzleş, etkisizleş, elindeki ilahi rehberliğe burun kıvır. Bütün bunların doğal sonucu olarak öz vatanında parya ol. Ama kendine hiç toz kondurma, düzelmeye ve düzeltmeye çalışma, suçla Yahudi`yi!

Sözün özü:

Sızlanmayacaksın kardeşim, artık yeter! Oturacaksın ve gayret göstererek çalışacaksın. Onlar seni ne kadar tanıyor ve biliyorsa, sen de onları bileceksin, hatta daha fazla bileceksin. Dillerini, dinlerini ve tarihlerini öğreneceksin, başarılarının altındaki sebepleri iyi tahlil edeceksin.

Kendi başarısızlıklarını, tembelliklerini, yenilmişliklerini ve kardeşlerinle tutuştugun kavgaları da dış düşmanlara ihale etmekten artık vazgeçeceksin. Böyle gitmediğini ve gitmeyeceğini göreceksin. Hem haklı olup, hem de biteviye dayak yeme durumlarından artık kurtulacaksın. Hakkını savunurken onlara benzemeyecek, dünyaya yeni ve adil bir hak arama yönteminin de mümkün ve mevcut olduğunu göstereceksin.

Ama bunun için evvela esaslı bir özeleştiri, hataları doğru şekilde tespit ve çok sıkı çalışmak gerekiyor.

Haydi kardeşim!

http://gencdergisi.com/1275-sucla-gitsin-yahudi-yi-.html

15 Nisan 2013 Pazartesi

Hz. Peygamber ve İnsan Onuru (1) / Mehmet Görmez




Diyanet İşleri Başkanlığının 20 yılı aşkın süredir kutladığı Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri başladı. Dün gece Ankara Arena Spor Salonunda düzenlenen özel geceyle resmi açılışı yapılan hafta için yurtiçinde ve yurtdışında birçok etkinlik gerçekleşecek. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak her yıl Kutlu Doğum Haftasında bir temayı öne çıkardıklarını, bu yılki temanın “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” olduğunu ifade ederek, “Hiçbir ideoloji insan onuru kadar yüce değildir. İnsan onurunu ayaklar altına alan hiçbir söz ve davranış meşruiyetini İslam’dan ve İslam Peygamberinden alamaz. Dinde, devlette, hukukta insanın onurunu yüceltmek için vardır. Bir tek insanın onuru bütün insanlığın onuruna eş değer kabul edilmiştir. Bir insan bütün insanlıktır. Bir tek insanın onurunu kırmak bütün insanlığın onurunu kırmakla eş değerdir” dedi.

“Her yıl ülkemize beşinci mevsim gibi gelen, yüreklerimize rahmet muştusu getiren, milletimizin yürekleri arasında birlik ve beraberlik meşaleleri yakan Kutlu Doğum Haftasının ilk günündeyiz” diyen Diyanet İşleri Başkanı Görmez, 14 asır evvel doğumuyla insanlığı onurlandıran Hz. Peygamberin bugünde doğum yıldönümüyle insanlığı tekrar onurlandırdığını söyledi.

Ankara'da Kutlu Doğum Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in konuşması;
 
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak biz, her Kutlu Doğum Haftasında Peygamber Efendimizin yüreğimizde çorak kalmış olan bir yönünü ele alıyoruz. 2011 Yılında ‘Merhamet’ temasını işlerken geçen yıl ‘Kardeşlik Ahlakı ve Kardeşlik Hukuku’ temasını ele aldık. Bu yıl ise insanlığın gittikçe zaaf gösterdiği önemli gördüğümüz bir konu olan Peygamberimizin rahmet yüklü mesajlarından hareketle işaret ettiğimiz ‘Hz. Peygamber ve İnsan Onuru’ olmuştur.

Neden insan onuru? Çünkü insan zaman zaman kendisini unutuyor. İnsana kendisini hatırlatmak gerekiyor. Son iki asırda insanlık bilimde, teknolojide önemli keşiflerde ve ilerlemelerde bulundu. Ancak aynı ilerlemeyi insanın onurunu korumada ve yüceltmede gösteremedi. İnsan onurunu kıran, rencide eden, aşağılayan küresel sorunlar baş göstermeye başladı. Irkçılık, ayrımcılık, nefret suçları, şiddet, terör, öfke gibi suçlar insanlığı etkisi altına almaya başladı. Bu nedenle özeleştiri yapmaya ihtiyacımız var.

Bizi onurlandıran, bize onur kazandıran sevgili Peygamberimizin ve tabilerinin olduğu İslam dünyasında, İslam coğrafyasında insanın değeri, onuru rencide edilmeye, kırılmaya devam ediyor. Kendimizi sorgulamak zorundayız. Dindarlığımızın neden onurumuzu yüceltmediğini, Müslümanlığımızın neden kardeşimize onuruna saygı göstermeyi de beraberinde getirmediğini sorgulamamız gerekiyor. Myanmar’da, Suriye’de, Irak’ta, Afrika’da dünyanın muhtelif coğrafyalarında neden insan onuru ayaklar alt alınmaya devam ediyor? Biz bu özeleştiriyi yapmak için ‘İnsan onuru’ dedik.

Biz öyle bir kitabın müminleriyiz ki o kitap ayet ayet, sure sure onur kitabıdır. Adı kerim kitaptır. İnsana onur veren, insanın onurunu yücelten bir kitaptır. İnsana onur bahşeden kitaptır. Kerim olan kitaba göre insan, ahsen-i takvim, eşref-i mahlûkattır. O kerim kitaba göre her insan yaratıcıdan bir nefha taşır. İnsan onurlu yaratılmıştır. Onur, izzet, itibar, değer, haysiyet insana yaratıcının doğuştan verdiği büyük değerlerdir. Sonradan ortaya çıkan aidiyetlerimiz soy, sop, dil, ırk, makam, mevki, servet bunların bizatihi kendisi asla onur sebebi değildirler. Asıl hassasiyet gösterilmesi gereken, başka hiç bir insanın onurunu incitmemektir. Kerim kitap, kocası tarafından onuru rencide edilen kadının şahsında kadınları onurlandırdı. Fakirlere yardım ederken dahi onurunu incitmemeyi söyledi. İnsan kerim kitaba göre gaye varlıktır. Araç varlık değildir. Varlığını başka bir varlığa araç varlık haline getiremez. Kerim kitaba göre insan, âlemin özüdür, kâinatın gözbebeğidir.

Sevgili Peygamberimize Resul-i Ekrem deriz. Çünkü o kerem sahibidir. O insana değer vermiştir. Resul-i Ekrem’in ilk mesajlarına baktığımız zaman insana yaratılıştan sahip olduğu onurunu hatırlatmak olduğunu görürüz. Efendimiz bir gün Kâbe’ye hitaben şöyle demiştir; “Ey Kâbe, çok güzelsin, çok hoşsun, çok yücesin. Saygınlığın, azametin çok yüce. Ancak canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir mü ‘minin kalbi, saygınlığı senden daha yücedir” O yüzdendir ki bizim büyük alimlerimiz, Anadolu Müslümanlığımızın kaynağını teşkil eden Yunusumuz, Mevlanamız, Hoca Ahmet Yesevimiz, Hacı Bektaşı Velimiz bir kalbi yıkmakla Kabetullahı yıkmayı eş değer iki suç olarak görmüşlerdir.

Ben bu Kutlu Doğum Haftamızın, milletimizin, yurt dışındaki millet varlığımızın, gönül coğrafyamızdaki kardeşlerimizin ve bütün insanlığın huzuruna, barışına vesile olmasını niyaz ediyorum. En büyük niyazım, bu topraklarda bin asırdır bu toprağı vatan kıldığımız değerlerle birlikte yaşadığımız hiçbir insanın, kadının, çocuğun, gencin, yaşlının onuru kırılmasın, rencide edilmesin, incinmesin. Allahtan niyazım odur ki 14 asır önce insanlığı, kâinatı Kutlu Doğumuyla onurlandıran Efendimiz hürmetine yeryüzünde hiçbir insanın onuru kırılmasın. İnsanlık onuru daima yüce kalsın.

http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Diyanet-Isleri-Baskanligi-Duyuru-18804.aspx

Ebru: Hikmet Barutçugil
  ('40Gül 40 Hadis' 40. yıl 5. Sergisinden, Bağlarbaşı Kültür Ve Sanat Merkezi)

10 Nisan 2013 Çarşamba

Thatcher gitti, kötülüğü kaldı / İbrahim Karagül



İBRAHİM KARAGÜL

'Soğuk Savaş döneminde komünizmi nasıl kontrol altına aldıysak İslam'ı da kontrol altına alacağız, Batı bunu başaracak' diyordu.

Soğuk Savaş döneminin sonlarıydı. Varolan küresel statüko Sovyetler'in dağılmasıyla çökmüştü. İki kutuplu dünya artık yoktu. Nasıl bir dünya şekilleneceğine dair kimsede bir kanaat yoktu. Ortada sadece herkesin hesapları vardı.

Soğuk Savaşı kazanan 'galipler' yeni bir dünya şekillendirecekti. Tek kutuplu, Atlantik merkezli, gücü sınırsız, rakibi olmayan bir yapı oluşacaktı. Kaynaklar ve pazarlar onların elinde olacaktı. Ekonomik güç sarsılmaz bir siyasal güç de kazandıracaktı. 'Anglo-Amerikan 21. Yüzyıl' başlıyordu ve tarihin sonuna kadar bu böyle gidecekti.

Rusya çökmüştü, ayağa kalkması yıllar alacaktı. Sovyetler'in etrafındaki ülkeler kendilerini bile kurtaramayacak durumdaydı. Üçüncü Dünya bir daha toplanamayacak haldeydi. Rakip olabilecek bütün güçlerin ekonomileri dağılmış, siyasal güçleri parçalanmıştı. Belki de iki yüz yıldır böyle bir ortam oluşmamıştı.

ABD, yakın ortaklarıyla, Roma İmparatorluğu'ndan sonra bir 'Yeryüzü İmparatorluğu' kuracaktı. ABD'nin sınırsız gücü, İngiltere'nin küresel imparatorluk tecrübeleri üzerine bir dünya inşa edilecekti.

En küçük tehditler bile dikkatle incelendi. O günkü değil, sonradan ortaya çıkabilecek tehlikeler tanımlandı. Çin bir tehlike olabilirdi ama daha uzun bir yolu vardı. Üstelik küresel hegemonik güç olacak siyasal kültüre sahip değildi.

Avrupa, ABD dışında bir dünya kuramazdı, Almanya'nın yeniden kontrolden çıkması yakın gelecekte muhtemel görünmüyordu. Latin Amerika'da bir tehdit öngörülebilir gelecekte olamazdı.

Kısaca yeryüzünün hiçbir bölgesinde, Soğuk Savaş'ı yani Üçüncü Dünya Savaşı'nı kazananlara meydan okuyacak bir güç ortaya çıkamayacaktı.

Ancak şaşırıcı bir düşman tespit ettiler. Yeryüzünün en kaotik, sorunlu, fakir, siyasi geleceği karanlık, çatışmalardan bunalmış, Atlantikçi güçler tarafından sömürülen bölgesinde bütün hesapları bozabilecek bir 'tehdit' yükseliyordu.

İki yüz yıllık sessizlikten sonra, İslam-Orta Kuşak üzerinde bir türlü kontrol altına alınamayan kitleler, müthiş meydan okumaya girişmiş, Batı'dan gelen bütün projeleri öfkeli, hiçbir şekilde uzlaşma taraftarı olmayan, Yeni Amerikan yüzyılı projesine daha şimdiden savaş ilan etmiş bir gücü öne çıkarıyordu.

Yeryüzünün en dağınık, en fakir, en geri kalmış bölgelerinden birinde bu güç nasıl ortaya çıkabilirdi? O zaman gördüler ki, bu güç coğrafyanın kendisinden, geçmişinden, İslam'dan, İslami öğretilerin yeniden hareket ettirdiği topluluklardan kaynaklanıyordu.

21. Yüzyıl'ı inşa etmek isteyenler için önceden pek de hesaba katılmamış bir düşmandı bu.

Yeni düşman bulunmuştu. Uluslararası kurumlar bu yeni düşmana karşı seferber edildi. Yasalar değiştirildi, uluslararası sözleşmeler yenilendi. Devletler ve uluslararası organizasyonlar güvenlik stratejilerini yeniledi. İslam ve Müslümanlar, Batı'nın, 21. Yüzyıl dünyasının acımasız düşmanları ilan edildiler.

Öyle bir savaş başlatıldı ki, yeryüzünün hemen her köşesinde anti terör merkezleri kuruldu. Küresel düzeyde olağanüstü hal yasaları uygulandı. ABD'nin öncülük ettiği bu yeni savaşta, Avrupa, özellikle de İngiltere en öndeydi. Müslüman ülkelerin yönetimleri bile onların yanında kendi halklarına karşı savaşa giriştiler.

Tehdit her yerdeydi. Atlas Okyanusu'ndan Pasifik'e uzanan bütün ülkelerde hatta Avrupa'nın ve Amerika'nın kalbindeydi. Kısaca Müslümanların yaşadığı her yerdeydi.

Margaret Hilda Thatcher yukarıdaki cümleleri o tarihlerde, bu tehdit için kullandı. Batı dünyasını hatta bütün dünyayı yeni tehdide karşı seferber edenlerin başında gelen isimlerden biriydi. Acımasız, öfkeyle dolup taşıyordu. O ve ortakları Batı'yı koruyup yeniden inşa ediyordu ama bu proje bizim coğrafyaya milyonların kanı olarak geliyordu.

Afrika ülkelerine kadar hemen her ülkeye benzer açıklamalar yaptırdılar. Bütün açıklamalar aynı kelimelerden oluşuyordu ve yaklaşan büyük 'tehdit'i haber veriyordu. Hatta Müslüman ülkeleri de bu kampanyaya kattılar. Türkiye'nin siyasi liderleri bile oralara gittiğinde 'Biz gidersek İslamcılar gelir' pazarlığını yapıyorlardı.

Ama onlar bu savaşı kaybettiler. Yeni yüz yıl onların istediği yönde gitmedi. Ne bir dünya devleti kurabildiler ne de 'Yeni Amerikan Yüzyılı'nı şekillendirebildiler. Tam tersine, ekonomik kriz içinde kendilerini kurtarma telaşına düştüler. Tek kutuplu dünya yerine birçok kutuplu dünya şekillendi ve insanlık onların acımasız düzenini zihinlerinde çoktan yargılayıp mahkum etti.

20. Yüzyıl'ın en uzun ömürlü siyasi lideri olan Thatcher öldü. Bush'ların, Şaron'ların dünyasının parçasıydı o. İslam'la savaşın en önemli mimarlarındandı. İngiliz emperyal geleneğinin temsilcisiydi. Kendi ülkesinde de dünyada da sevilmedi.

Onların dünya tasavvuru yüzünden çok kan aktı, yüzbinlerce insan öldü, ülkeler harap oldu ama kaybettiler… Bundan sonra kaybedişlere tanık olacağız. İslam'ı ehlileştirme, Müslümanları dize getirme, bunun üzerinden Ortadoğu ve Asya'ya hakim olma projesi çöktü.

Thatcher'ın yolunda kim giderse gitsin, geleceğin dünyası onları kabul etmeyecek. Onlar, 20. Yüzyıl'ın son kalıntıları ve arkalarında kötü miraslar bırakarak gidiyorlar. Ellerindeki kanla, günah dolu defterlerle...

Çünkü tarih yön değiştirdi, suyun akışı değişti..

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimKaragul/thatcher-gitti-kotulugu-kaldi/37176

2 Nisan 2013 Salı

Yüzlerce 'yağmur'un ardındaki öğretmen





Öğretmen Göktül Bakdık'ın Bolvadin'de cezaevinde anneleriyle birlikte kalan çocukların anaokuluna gitmesi için başlattığı proje yurt geneline yayıldı.

Yağmur, 3 yaşındaydı. Annesiyle birlikte Afyon Bolvadin Cezaevi’nde kalıyordu. 21 yıllık bir okulöcesi öğretmenin duvarların ardından anneleriyle birlikte kalan çocukları fark etmesiyle hayatı değişti. Göktül Bakdık öğretmen yaşadığı ilçede cezaevindeki 3-6 yaş çocukların gündüzleri okul öncesi eğitim alabilmeleri için 2008’de bir proje başlattı. Yağmur ilk öğrenci oldu, projeye adını verdi: ‘Yağmurun arıdndandaki Işık’.

Proje ilçe sınırlarını aştı, AB hibesi aldı, 7 ile yayıldı. 2011 yılında ise Milli Eğitim Bakanlığı bu projeden esinlenerek Adalet Bakanlığı bir protokol imzaladı ve cezaevindeki çoukların ücretsiz servislerle dışarıdaki okulöncesi okularda eğitim almalarını sağlandı. Göktül öğretmen ve ekibinin Yağmur ile başlayan projesi cezaevlerindeki yüzlerce Yağmur’un hayatını değiştirdi.

Her şey Bolvadin Cezaevi Müdürü Mehmet Olcar ile cezaevinde annelerinin yanında kalan çocuklar olduğu konuşulurken başladı. Ömer Peker, Kadir Eker, Züleyha Zengin, Nihat İnan’dan oluşan ekip Bakdık koordinatörlüğünde cezaevine giderek annelere projeyi anlattı ve çocuklarını anaokuluna göndermeleri için ikna etti.

Bakdık, çocukların her gün okul servisi ile cezaevinden alınıp anaokuluna getirilmesini ve sonrasında tekrar cezaevine bırakılmasını sağladı. İlk öğrenci Yağmur’du. Cezaevinden ürkek adımlarla çıkıp okula geldiğinde “Akşama eve, annemin yanına dönecek miyim” diye sordu. Annesinin olduğu her yer onun için evdiydi. Projeye eğitim almaya başlayan ilk çocuk olan Yağmur adını verdi: ‘Yağmur’un Ardındaki Işık’.

Sonra Yağmur’lar giderek çoğaldı. Aynı zamanda cezaevinde kadınlara, ilçelerdeki öğretmenlere eğitimler verildi. 2008-2010 yılları arasında, Afyon Bolvadin’deki anaokulunun imkânları ile devam eden proje, Afyonkarahisar’ın Merkezi Finans İhale Birimi Hükümlü Başkanlığı’ndan hibe desteği aldı. Bakdık ve ekibi projenin diğer illere de yayılması için çalışmalara başladı.

En çok kadın tutuklu ve hükümlünün olduğu Antalya, Eskişehir, Kayseri, Ankara , Denizli, İstanbul ve Afyon’daki devlet anaokulları ile cezaevlerini dolaşarak cezaevlerinde kalan çocukların da okula kabul edilebileceğini anlattılar. Tüm bu çalışmaların sonucunda, Afyon ve çevre ilçelerdeki cezaevlerinde yaşayan 32 çocuk anaokullarına kayıt oldu.

2011 yılında ise Bakdık’ın projesinden esinlenen Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ile bir protokol imzalayarak projenin Türkiye genelinde uygulanması için harekete geçti. Türkiye genelinde cezaevlerinde olan 479 çocuk artık ücretsiz olarak servislerle okul öncesi eğitim kurumlarında eğitim alma hakkına sahip.

Bakdık’ın projesi tüm cezaevindeki çocuklara ulaştı. Yağmur ise şimdi ikinci sınıf öğrencisi. Onun gibi yüzlerce çocuğun hayatı projeyle değişti. İlkokula başladıklarında o zamana kadar cezaevinden çıkmadan okul ortamına giren çocuklar, hem eğitimle hem bilişsel hem sosyal hem de fiziksel anlamda gelişti. Sosyalleşmelerinde, boy ve kilolarında artış tespit edildi.

‘Fark yaratan’ öğretmenler

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açılan ‘Eğitim ve Öğretimde Yenilikçilik Ödülleri Yarışması’na başvuran 5 bin 471 proje arasından ödüle layık görülen ilk 13 proje arasında yer alan ‘Yağmurun Ardındaki Işık’ projesi, Sabancı Vakfı’nın yeni fark yaratanı seçildi. Toplumsal gelişmeye katkıda bulunan sıra dışı kişilerin olağanüstü öykülerini ‘Fark Yaratanlar’ programıyla kamuoyuna anlatıldığı programda Bakdık da yer alıyor. 

http://www.timeturk.com/tr/2013/04/02/yuzlerce-yagmur-un-ardindaki-ogretmen.html