24 Mart 2012 Cumartesi

Gercekten Gulebilmek / Zehra

Herkez gulebilir, gulumseyebilir. Muhim olan ciddi gulebilmektir!

Gecen aksam Michael Palin`in gezi belgesellerinden Sahra`da cekim yaptigi bolumu seyrettik. Colun ic kisminda bulunan Zouerat adindaki yerlesim yerine ugradilar ve bir cadira misafir oldular. Michael Palin kadinlara sordu `Nasil bu kadar mutlu kalabiliyorsunuz?` diye. Kadinlardan biri cevap verdi gulerek `Ulkemi seviyorum, sakin biryer ve guzel de bir evim var.` Michael Palin saskin ve dikkatli gozlerle kadina bakti. Sonra cumlenin sonunu tekrarladi `Guzel evim`. O yerlesim yerindeki butun evler ya petrol varillerinin levha haline getirilerek yapilan kulubelerden ya da cuval bezleri kullanilarak yapilmis cadirlardan olusuyordu. Ev esyasi olarakta bir kac kap kacak ve uyumak ve oturmak icin silteler. Manzara olarakta sari kumlar, dunyanin en uzun treninin gectigi bir demir yolu ve kimi zaman gorunen kimi zaman da kum firtinasindan dolayi gorunemeyen gokyuzu. Evet bu kadar.
Buna benzer baska, hayatindan memnun ve mutlu insan hikayeleride duymussunuzdur eminim.

Degerlerimiz, inanclarimiz, dostlarimiz ve biz; hayat sanki bu gunlerde bunlardan degilde, sadece cevremizdeki ve uzerimizdeki metaryellerden ibaretmis gibi. Hatta bu metaryellerin ortasinda biz bile yokmusuz gibi. Yukleniyoruz da yukleniyoruz, acikcasi neyi niye yuklendigimizi ve nereye gittigimizi bilmeden. Unutuyoruz, mallarimizin ve cocuklarimizin bir sinanma, imtihan araci olduklarini (Tegabun Suresi). Ve en onemlisi unutuyoruz, bu dunya hayatinin, eger anlam ve amacindan soyutlarsak, bir oyun ve eglenceden ibaret hale gelecegini, ama eger iman eder ve sorumluluk bilinciyle yasarsak, bunun hakkimizda en hayirlisi olacagini (Muhammed Suresi).

Hayat, Allah`i sah damarimizdan daha yakin hissettigimiz, korku ve umit arasinda, duzgunce yasamaya calistigimiz surece anlamli. Ve bu surecte zaman zaman gercekten gulebilmenin, gulumseyebilmenin, Allah`in bize hediye ettigi buyuk bir armagan oldugunu dusunuyorum.

Bu armagana nail olabilenlerden olmak dilegiyle...



Zehra

22 Mart 2012 Perşembe

Duhâ Suresi

1 AYDINLIK sabahı düşün, 2 ve durgun, karanlık geceyi.
3
Rabbin seni ne unuttu ne de darıldı: 4 öteki dünya senin için [hayatının] bu ilk bölümünden mutlaka daha iyi olacak!
5
Ve zamanı geldiğinde Rabbin sana [kalbinden geçeni] bağışlayacak ve seni hoşnut kılacak.
6
O seni yetim olarak bulup bir sığınak vermedi mi?* 7 Ve yolunu kaybetmiş görüp seni doğru yola ulaştırmadı mı?
8
İhtiyaç içinde bulup seni tatmin etmedi mi? 9 Öyleyse yetime haksızlık yapma,
10
yardım isteyeni asla geri çevirme, 11 ve [her zaman] Rabbini(n) nimetlerini an.

* Muhtemelen Hz.Muhammed (s.a.v)`in, babas
ının ölümünden birkaç ay sonra doğduğu ve daha altı yaşındayken de annesinin öldüğü gerçeğine işaret. Ancak, bunun dışında, her insan şu veya bu anlamda bir "yetim" dir, çünkü herkes "yalnız yaratılmış"tır ve "Kıyamet Günü Allah`ın huzuruna yalnız/tek başına çıkacaktır".
(Muhammed Esed)
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

1 Consider the bright morning hours, 2 and the night when it grows still and dark.
3 The Sustainer has not forsake thee, nor does He scorn thee: 4 for, indeed, the life to come will be better for thee than this earlier part [of thy life]!
5 And, indeed, in time will thy Sustainer grant thee [what thy heart desires], and thou shalt be well pleased.
6 Has he not found thee an orphan, and given thee shelter?* 7 And found thee lost on thy way, and guided thee?
8 And found thee in want, and given thee sufficiency? 9 Therefore, the orphan shalt thou never wrong,
10 and him that seeks [thy] help shalt thou never chide, 11 and of thy Sustainer`s blessing shalt thou [ever] speak.

*Possibly an allusion to the fact that Muhammed(s.a.v) was born a few months after his father`s death, and that his mother died when he was only six years old. Apart from this, however, every human beings is an "orphan" in one sense or another, inasmuch as everyone is "created in a lonely state". and "will appear before Him on Resurrection Day in a lonely state".

(Muhammad Asad)
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~ 


وَالضُّحَىٰ  وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَىٰ  مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَىٰ  وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَ  وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَ أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَىٰ  وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَىٰ  وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَأَغْنَ  فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ  وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ  وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


Uyumaya gitmeden once, lavanta kokulu, icinde kucuk taslar olan torbasini isinmasi icin mikrodalga firina koydu,
Her zaman usuyen ayaklari, bari uyurken biraz olsun isinsin diye.
Alnimdan optu, hayirli geceler dedi ve odasina cekildi.
Uc dakika sonra isinan torbayi, o tekrar almaya gelmesin diye ben alip goturdum.
Elinde Kuran`i Kerimi ile yataginda oturuyordu ve huzunlu birsekilde gulumsuyordu.
Ne oldu, hadi bana da soyle dedim.
Basladi Duha Suresini okumaya, o guzel sesiyle.
Bitirdi, bir gun dedi, cok bunalmistim, sonra Kuran`ni Kerim`i actim ve bu sureyle karsilastim, simdi o an yeniden aklima geldi,
Bende dedim ki ona, Hz.Cebrail gitti diyorlar abla ama, bu nasil bir gidistir bilmem, vahiy hala inmeye devam ediyor baksana!
Ve tekrar birbirimize gulumsedik, Allah`in rahatlik vermesini dileyerek..


Zehra

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Mustafa İslamoğlu Duha Suresi Tefsiri
http://video.google.com/videoplay?docid=-838789852432756516

16 Mart 2012 Cuma

Günlerden Halepçe, günlerden Rachel Corrie / Demet Tezcan

Demet TEZCAN
 
Bu gün Halepçe katliamın yıldönümü. Saddam Hüseyin tarafından hardal gazı ile acımazsızca katledilmişti tam 5 bin Kürt… Yollar, sokaklar, evlerin önü çocuk, yaşlı, genç, kadın ve erkek cesetleriyle dolmuştu… Bu gün günlerden Halepçe, derinlerden bir ah bu gün 1988’lerden…
Bir kent yok edildi içinde nefes alan tüm canlılarıyla… Ve bu zulmü halkına reva gören zalim Saddam Hüseyin’in malum sonuna an an şahid olduk… Tüm zalimlere, tüm diktatörlere ibret olacak sondu… İbret almak isteyenin ta 88’e gitmesine de gerek yok tabi 2011-2012 yılı içinde gerçekleşen olaylara ve devrilen zalimlere bakılması yeter… Ne ki, yine de ibret alınmayınca alınmıyor işte.
Zalimlerdeki benlik, tanrılık hissine dönüşüyor zamanla Nemrutçasına… Ne diyordu Nemrut ben de can verip can alabilirim! Affettiğinin canını bağışlamış oluyor, can veriyordu affetmediğinin ise eceli oluyordu. Kör bir inatla yaptıkları zulmü görmeme durumu ise dünya varolalı beri tüm zalimlerin ortak meziyeti.
***
Ve bu gün Rachel Corrie’nin, kocaman yürekli nazenin kızın erdem, insanlık, vicdan adına duruşunu ortaya koyarken İşgalci İsrail katillerince Filistin’de katledişinin de yıldönümü… 2003 yılında gemi azıya almış zalim İsrail askerleri karşısında yiğitçe dikilmişti Rachel, Filistin’de yapılanlara sağır kulaklara vicdanın çığlık çığlığa sesiydi o genç kız… İlginç bir bu gün zulmün ateşini söndüremese de tarafını belli etme yolunda olmanın dersini veriyor… Rachel, Nemrut’un zulüm ateşine su taşıyan karınca…
***
Dün Suriye halkının zalim Esed Diktatörlüğüne karşı direnişinin yıldönümüydü. Her gün dönümü mazlum çığlıklar dağılıyor aleme perde perde… Zalimler İnşaallah zulüm tufanlarında helak olacaklar bir bir bu değişmez akıbet vaat edilen hakikat bu. Asıl bu hakikat içinde görülmesi gereken bizlerin ne yaptığı? Yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan sorulacağımız günde kayıtsızlığımızın hesabının Rachel’in duruşu yanında bir tevili var mı? Görmek, duymak istememe bir yanda, türlü tevillerle zalimin zulmüne çıkış arama diğer yanda…
Dünün Halepçe’si, Hama’sı bu günün Dera’sı, Humus’u, İdlib’i mazlumlar vicdan mezarlığına dönmüş şu ortamda Rachel’cesine bir duruş bekliyorlar. Ümmetin kadınları kirletiliyor, ümmetin çocukları öldürülüyor, yetim ve öksüz bırakılıyorlar ve Rabbimiz soruyor: “ Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşmıyorsunuz?”
Mazlumlara Allah katından beklenen ve gönderilen dostlar, yardımcılar olmak dururken biz şimdi kıran kırana birbirimizle mücadele ediyoruz. Şimdilik sokaklara dökülmüş değiliz şükür şimdilik, birbirimizin canına kast etmişliğimiz yok daha…Ama kast edilen canlar,kirletilen namuslar üzerinden kıran kırana bir mücadele içindeyiz. Rachel’in duruşundan alacağımız çok ders ve Rachel’in vicdanına ne çok ihtiyacımız var.

http://www.milatgazetesi.com/2012/03/16/gunlerden-halepce-gunlerden-rachel-corrie/

14 Mart 2012 Çarşamba

Ebu Cehil Kompleksi / Rasim Özdenören

Ebu Cehil kompleksi / Rasim Özdenören
Ebu Cehil bizzat Allah'ın Resulü tarafından "bu ümmetin firavunu" olarak adlandırılmıştır.
Karakterinin iki belirgin özelliği vardır. Biri sınırsız bir kibir sahibi olması, öteki de hasetçiliği... Her iki nitelik de Müslümanlara sakınmaları gereken huylar arasında sayılır.
Aslında kibirle haset birbirini besleyen iki huy olarak belirlenebilir.
Kibir duygusu, reel bir karşılığı olmadan kişiyi olduğundan büyük gösterme yanılgısıdır. O, kendini herkesten ve her şeyden üstün görür. Sadece küçük dağları değil, büyük dağları da ben yarattım havasındadır. Erk ve güç elinde olduğu sürece zulümden kaçınmaz.
Hasetçiliğe gelince... Hasetçi, kıskançtan farklıdır. Kıskanç onda var, bende de olsun talebi içindedir. Hasetçi ise, bende yok, onda da olmasın tavrında...
Bu yüzdendir ki, Ebu Cehil, kendisine İslam'a girmesi teklif edildiğinde: "Eğer ben veya neslimden biri senden sonra peygamber olacaksa sana biat ederim, değilse asla!" cevabını vermiş, bu cevabının sonuçlarını da ölümüne kadar sürdürmüştür.
Ebu Cehil'de somutlaşan bu karakter, aslında insanoğlunun temel ıralarından biridir. Bu karakter ne Ebu Cehil'le başladı, ne de onunla bitti.
Günümüzde de aynı ırayı taşıyan insanlara her zaman her yerde rastlanıyor. Siyaset arenası insanların en çok göz önünde bulunduğu bir yer olduğundan orada yer alanlar haliyle daha çok göze çarpıyor.
Mesela: "Ben bağırırsam sesim Çin'den Hindistan'dan duyulur!" diye böbürlenen birinin durumunu nasıl yorumlamalıyız?
Aslında nefesi yetse bağıracak, fakat nefesinin yetmeyeceğini biliyor. Bilinçaltı reddetse de, bilinci, durumun fena halde farkında...
Ebu Cehil savaş meydanında yaralanmış, yerde yatıyor.
Vaktiyle kendisine zulmettiği, Kâbe'nin bulunduğu mekânda ağzı burnu dağılıncaya kadar meydan dayağı attırdığı sahabeden narin ve zayıf yapılı İbni Mesud'un oğlu Abdullah onun başucundadır. Ayağını Ebu Cehil'in göğsüne basar, sakalından tutar ve seslenir: "Heey, sen Ebu Cehil değil misin?" Ebu Cehil, hâlâ böbürlenmektedir: "Çok yüksek bir yere çıkmışsın ey koyun çobanı!"
Abdullah İbni Mesud: "Ey mel'un! Cehennemi boylamak üzeresin ama hâlâ böbürleniyorsun. Şimdi kafanı keseceğim senin! Hem de kendi kılıcınla!.."
Burada, Ebu Cehil kibir tarihine serlevha olacak cümlesini söyler: "Bari omzuma yakın yerden kes de başım heybetli görünsün!"
Kibrin ve zavallılığın son cümlesi budur...
Kibri, istiyor ki, bağırabilsin ve sesi erk elinde olduğu zamanlardaki gibi herkes tarafından işitilsin. Fakat zatında mündemiç bir değer taşımadığından sesinin işitilmeyeceğinin farkında. Gene de kuyruğu dik tutma savaşımında. Ve hasetçi yanı şöyle bağırıyor: "Ben Muhammed'e düşmandım, şimdi iki kere düşmanım!"
Ebu Cehil kompleksi taşıyanların değişmez ırası: rakibi, muhalifi, düşmanı, her ne ad verilirse verilsin karşısında gördüğü hasmı karşısında kendi acziyetini fark ettiği anda husumeti misliyle artar. Bu, onun kaçınılmaz paradoksudur. Husumeti arttıkça aczi çoğalır, aczi çoğaldıkça husumeti yükselir... İçi içini yer, fakat ne çare ki, artık elinde güç yoktur. Sıfırı tüketmiştir.


http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=17.04.2011&y=RasimOzdenoren

13 Mart 2012 Salı

ASR Suresi

 
وَالْعَصْرِ*  إِنَّ الْإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ*  إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْ
 ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
1 ASR şahit olsun:
2 Elbet insanoğlu tarifsiz bir ziyandadır;
3 ancak, Allah`a inanip güvenenler, erdemli ve sorumlu davrananlar; yani birbirlerine hakkı tavsiye edenler bundan müstesnadır.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
1 CONSIDER the flight of time!
2 Verily, man is bound to lose himself
3 unless he be of those who attain to faith, and do good works, and enjoin upon one another the keeping to trurth, and enjoin upon one another patience in adversity.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Notlar:
* "Eger Kur`an bu sureden ibaret olsaydi, insanlik icin yine de yeterdi." (Imam Safii)
* "Allah Rasulu`nun arkadaslarindan iki kisi bir araya geldiginde, biri digerine Asr suresinin okumadan ayrilmazdi." (Taberani)
* "Zaman"(Asr) kelimesi, gecmis zaman oldugu gibi simdiki zaman icin de kullanilmistir.Yani, insanlik tarihi dunuyle ve bugunuyle sonraki ayetlerde beyan edilenlerin hak olduguna sahittir. (Mevdudi Tefsiri) 
* Sure insanin saadetini ve felaketini kendi elleriyle hazirladigini beyan eder. Insanin zamana, caga, mekana kabahat yuklemesi onu sorumluluktan kurtarmaz. Mamafih iyiligi tarihin bir donemine hasredip kendi yasadigi asrin kotulugune de "ahir zaman" soylemiyle mazur gosterenlerin bu mantigini reddeder. Sozun ozu: Keramet zamanda degil insandadir. (M.Islamoglu Tefsiri)

11 Mart 2012 Pazar

Mekke`ye Giden Yol (1)


     Ilerliyoruz ve develerin her adimi bizi bir adim daha yaklastiriyor yolumuzun sonuna. Gunesin altinda kavrulan steplerde gunlerdir yol aliyoruz; yildizlarin altinda uyuyoruz, gecleri; ve fecrin serinliginde uyanip yeniden yollara dusuyoruz. Ve ben, hergun biraz daha yaklasiyorum yolumun sonuna.
     Benim baska bir yolum olmadi ki zaten; nice yillar farketmedim bunu, ama her seferinde Mekke nihai menzilim oldu benim. Daha bunun zihnen farkina varmadan cok zaman once, o, ta icinden kudretli bir sesle beni cagiriyordu: "Benim ulkem ote dunya oldugu kadar bu dunyadir da; benim ulkem insanlardan ruhunuda istiyor, bedenini de, insanin dusundugu, duydugu, yaptigi her seyi kucakliyor; duasini oldugu kadar dunya telasini, siyasi aksiyonunu oldugu kadar ev hayatini; benim ulkemin ucu bucagi yoktur." Yillar sonra bu icsel cagriyi anladigim zaman artik nereye ait oldugumu biliyordum: Islam kardesliginin beni dogdugum gunden beri beklemekte oldugunu artik biliyordum, onunla kucaklasmaya hazirdim. Ilk gencligimin ulkusu, belli bir yorungeye bagli olmak, bir kardesler toplulugunun parcasi olmak arzusu gerceklesmisti.
     Gariptir ki- gerci islamiyet`in neyi temsil ettigi dusunuldugu taktirde bunun o kadar garip olmadigi gorulecektir- bir Musluman olarak Muslumanlar arasinda tattigim ilk sey boyle bir kardeslik oldu...
     1927 de Ocak ayinin ilk gunlerinde bir kere daha, ama bu sefer Elsa(ilk esi) ve onun ogluyla beraber Ortadogu`ya yola ciktik. Daha o gunden bunun donusu olmayan bir yolculuk oldugunu hissediyordum.
     Gokle denizin parildayan ufuk cemberine dogru gunlerce yol aldikAkdeniz`de; bazen uzak sahiller selamliyordu bizi, bazende yakinlardan kayarak gecen gemilerin hulyali dumanlari. Avrupa artik otelerde kalmis unutulmuslugun sisleri arasinda gomulmustu hemen hemen.
     Cogu zaman guvertedeki kamaramizin rahatligini terkeder, dizi dizi demir kanapelerin siralandigi ucuncu mevkinin yoksul yolculari arasina inerdim. Gemi Uzak Dogu`ya gittigi icin ucuncu mevki yolcularinin cogunlugunu uzun yillar cetin sartlar altinda Avrupa`da calistiktan sonra ulkelerine donen Cinli isciler ve zanaatkarlar olusturuyordu. Bunun disinda Marsilya`dan gemiye binen kucuk bir Yemenli Arap grubu vardi. Onlar da memleketlerine donuyorlardi. Bati limanlarinin gurultusu, kokusu hala cevrelerinde dolasiyordu; esmer elleriyle Ingiliz, Amerikan ya da Hollanda gemilerinin ocaklarina komur attiklari gunlerin aksam yorgunlugunu yasiyorlar hala. Tuhaf ecnebi sehirlerinden ve oralarda yasanan hayatin tuhafligindan sozediyorlardi hala; New York, Buenos Aires, Hamburg...Bir gun, ansizin, uzaklarda parildayan mechulun ayrintisina kapilmislar ve Aden limaninda bir gemiye komurcu ya da cimaci olarak yazilmislardi; tanidik bildik dunyadan ayrilip, varacaklari dunyanin akilalmaz harikalari arasinda kendi kendilerin de otesine ulasacaklarini sanmislardi. Fakat gemi Aden`e varir varmaz hayatlarinin bu cagi kayip bir zaman olarak gecmise gomulecekti. Avrupai sapkalarini bir sarik ya da kufiye ile degistirecekler; ve o zaman dunya sadece bir hatira olarak kalacak ve her biri Yemen`de kendi evine, kendi koyune donecekti. Acaba yola ciktiklari gunku insanlar olarak mi; Bati bu insanlarin ruhlarini da ele gecirmis miydi? Yoksa sadece duygularini mi oksamisti?
     Bu insanlarin problemi, benim zihnimde daha derin bir probleme donusuyordu.
...........................................
Mekke`ye Giden Yol
Muhammed Esed
Insan yayinlar, 13.Baski (Sayfa 447/448) 12.Bolum,Yolun Sonu 2
Not: Yazida Turkce karakterleri kullanamadigim icin ozur dilerim.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
     We ride, and every step of the dromedaries brings us nearer to the end of our road. We ride for days throught the sunlit steppe; we sleep at night under the stars and awake in the coolness of dawn; and slowly I approach the end of the road.
     There has never been any other road for me; although I did not know it for many years, Mecca has always been my goal. It called to me, long before my mind become aware of it, with a powerful voice: `My Kingdom is in this world as well as in the world to come: My Kinngdom waits for man`s body as well as for his soul and extends over all that he thinks and feels and does-his commerce as well as his prayer, his bedchamber as well as his politics; My Kingdom knows neither end nor limits.` And when, over a number of years, all this became clear to me, I knew where I belonged: I knew that the brotherhood of Islam had been waiting for me ever since I was born; and I embraced Islam. The desire of my arly youth, to belong to a definite orbit of ideas, to be part of a community of brethern, had at last been fulfilled.
     Strangely enough- but perhaps not so strange if one considers what Islam stands for- my very first experience as a Muslim among Muslim was one of brotherhood...
     In the first days of January 1927, I set out again, this time accompanied by Elsa and her son, for the Middle East; and this time, I sensed, it would be for good.
     For days we voyaged through the Mediterranean, through a shimmering circle of sea and sky, sometimes greeted by distance coasts and by the smoke of ships that glided past. Europe had disappeared far behind us and was almost forgotten.
     I often went down from the comfort of our cabin deck into the stale steerage with its tiered rows of iron bunks. Since the boat was going to the Far East, the majority of the steerage passengers were Chinese, small craftsmen and traders returning to the Middle Kingdom after years of hard labour in Europe. Besides these, there was a small group of Arabs from Yemen who had come on board at Marseilles. They also were returning home. The noises and smells of Western ports were still about them; they were still living in the afterglow of the days when their brown hand had shoveled coal in the stoke holds of English, American or Dutch steamers; they were still speaking of strange foreign cities: New York, Buenos Aires, Hamburg. Once, caught by a sudden longing for the shining unknown, they had let themselves be hired in the port of Aden as stokers and coal trimmers; they had gone out of their familiar world and thought that they were growing beyond themselves in the embrace of the world`s incomprehensible strangeness: but soon the boat would reach Aden and those times would recede into the past. They would exchange the Western hat for a turban or a kufiyya, retain the yesterday only as a memory and, each man for himself, return to their village homes in Yemen. Would they return the same men as they had set out- or as changed men? Had the West caught their souls- or only brushed their senses?
     The problem of these men deepened in my mind into a problem of wider import.
.................................................
The Road To Mecca
Muhammad Asad
Fons Vitae (Pages 346/347), End Of The Road 2

9 Mart 2012 Cuma

Toprağın altındaki saklambaç..



O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?
Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?
                                                            NFK


                                                                 (Fotograf, Bursa`da Seyyid Usul Dergahi`nda cekildi)

8 Mart 2012 Perşembe

İnsan hiç bu kadar gaddar olmadı / Rasim Özdenören

İnsan hiç bu kadar gaddar olmadı/ Rasim Özdenören

İnsanoğlu tarihinin hiçbir döneminde kendine karşı hiç bu kadar zalim olmadı, engizisyon zamanları dâhil...
Şu başlıklara ve spotlara bir göz atar mısınız?

"1. Almanya'da Neo-Naziler tarafından öldürülen Türkler için ülke gündemine damgasını vuran bir devlet töreni düzenlendi.

2. Yönetim karşıtı gösterilerin sürdüğü Suriye'de bugün 55 kişinin öldüğü bildirildi. Ölenlerden 10'unun ise çocuk olduğu belirtildi.

3. Rusya'da Partisinin düzenlediği mitingte Liberal Demokrat Parti lideri Vladimir Jirinovski, 'Artik zaman daraldı. Bu yılın Nisan-Temmuz ayları arasında güney sınırlarımızda savaş başlayacak. Çok yakında Suriye ve ardından ise İran işgal edilecek. Bugün Tahran, İsfahan sokaklarında dolaşan gençler şunu bilmeliler ki Haziran ayında hepsi öldürülecek. Azerbaycan ise Karabağ için Ermenistan'a saldıracak. Türk ordusu da Güney Kafkaslara girecek' iddiasında bulundu.

4. Irak, adeta 2003'teki Amerikan işgali sonrası günlerine döndü. Ülkenin birçok şehrinde bomba yüklü araçlar ve yola yerleştirilen bombalarla düzenlenen saldırılarda en az 67 kişi hayatını kaybetti./Bağdat'ta 32 kişinin öldüğü ve yaklaşık 100 kişinin yaralandığı belirtildi./Kerkük'te saldırıda 2 kişi ölürken, 12 kişi de yaralandı./Tikrit şehrinde saldırılarda 5 kişi öldü, 11 kişi yaralandı./Biji şehrinde 1 kişi hayatını kaybetti, 4 kişi yaralandı. Öldürme ve yaralama olayları bu minval üzere sürüp gidiyor.

5. Suriye güvenlik güçlerinin Humus'a yönelik bombardımanında aralarında İngiliz Sunday Times gazetesinden Marie Colvin ve Fransız foto muhabiri Remi Ochlik'in de olduğu çok sayıda kişinin ölmesine tepkiler sürüyor."

Yukarıdaki alıntılar yalnızca Yeni Şafak'ın 24.02.2012 tarihli nüshasından gelişigüzel seçtiklerim.
Albert Camus: "Yaşadığımız dünya öldürmenin haklı sayıldığı bir dünyadır." diyordu 1940'larda (Karakutu: "http://www.karakutu.com/index.php" tarih: 08.02.2012: 07:55). Aynı yazının sonlarına doğru da şu cümleleri kuruyordu: "Gelecek yıllardaki savaş ütopya güçleri ile gerçek güçleri arasında değil, gerçeği kendine mal etmek isteyen değişik ütopyalar arasında olacak ve insanın yapabileceği de bu ütopyalardan en zararsızını seçmekten başka bir şey olmayacak. Ben şuna inanıyorum ki, her şeyi kurtaracağımızı ummak akıl işi olmaktan çıktı."

Düşünürün umutsuz mu, yoksa gerçekçi mi olduğuna karar vermekte zorlanıyorum doğrusu. Öldürmenin gündelik hayatımızın olağanları arasında yer aldığı süreçte, bu zalim katliam, aslında bir ütopya veya bir fikir uğruna bile işlenmiyor. Dolayımsız bir çıkar ilişkisi uğruna dünyanın her yerinde, her an yüzlerce insan acımasızca katlediliyor. Ve bizler bu olaya seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bütün o demokrasi söyleminin, insan hakları söyleminin, insan hayatına saygı lakırdılarının içi boş iddialardan başka gerçeklikte tekabül ettiği nesnel bir olgunun bulunmadığı, her bomba atılışında, her kurşun sekişinde yüzümüze, yüreğimize bir şamar gibi inip duruyor.

Soğuk savaş döneminde, kırımların hiç olmazsa bir fikir uğruna ifa edildiğini düşünerek teselli bulmak mümkündü. Bu gün insanların elinden o teselli de alınmış bulunuyor. İnsanların birbirlerini kirli çıkarları uğruna öldürdüğünü görmek iyice kahredici, yürek yaralayıcı oluyor. 

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=31250&y=RasimOzdenoren

3 Mart 2012 Cumartesi

Martı

"Trabzon'da 40 yıldır doğa fotoğrafçılığı yapan ve aynı zamanda Anadolu Ajansı Yurt Muhabiri olan emekli öğretmen Fazıl Saraç, tekne, bina ve martıların denize düşen yansımaları üzerine yaptığı uzun soluklu çalışmasıyla, görenlerin "foto-montaj" demekten kendisini alamadığı kadar farklı bir arşiv oluşturdu. Fotoğraflarında denizi, ebru sanatının gerçekleştirildiği su teknesi gibi işleyen Saraç'ın kareleri, bakmak ile görmek arasındaki farkı tüm gücüyle hissettiriyor."


http://www.yenisafak.com.tr/Galeri/default.aspx?g=860&s=0

1 Mart 2012 Perşembe

Batan gemi mi, Batı Medeniyeti mi? / Nevzat Tarhan

Batan gemi mi, Batı Medeniyeti mi?/ Prof. Nevzat Tarhan

İbn-i Haldun’un tanımladığı Kanuni Sultan Süleyman’a müderris Yahya Efendi tarafından hatırlatılan sosyolojik bir gerçek batının çöküşünün belirtilerini gösteriyor.
Costa Concordia isimli İtalyan gemisi Toscany açıklarında karaya çok yaklaşması nedeniyle kayalıklara çarparak battı.  50’ye yakın ölü veya kayıp var. Büyük bir servetin ve mücevherin yok olduğu söyleniyor.
Yüzen saray olarak nitelenen 3 futbol sahası büyüklüğündeki 4100 insan taşıyan 4 yüzme havuzlu 7 restoran ve 13 bar’ı olan gemi ilk bilgilere göre ‘Kaptanlık hatası’ nedeniyle batıyor.
Kaptan Schettino gemiden, Moldovyalı sevgilisi ile gemiyi ilk terk edenlerden olduğu ve aşçısının ifadesi ile alkollü olduğu basına yansıyan bilgilerden…
2008 ekonomik krizinin en çok vurduğu üç devlet Yunanistan, İtalya ve İspanya’nın ortak özellikleri çalışmayı sevmemeleri, gece hayatına ve eğlenceye düşkünlükleri, uzun toplu tatillerin yaygın olmasıdır.
Kapitalizmi doğuran hem büyük bilim adamlarını hem de Hitler ve Mussolini’ yi ortaya çıkaran ‘Çok çalış, çok kazan, dürüst ve ilkeli ol ve de çok eğlen’ püriten ahlak felsefesinin ilk dört maddesinin yürürlükten kalktığını görüyoruz.
Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerine baktığımızda göbek taşlarına konulan hindi tüyleri çok yiyen elit sınıfın kolay kusup tekrar yemesi bugün Obezite salgını ve Bulimia yeme bozukluğuna kadar varan tüketim düşkünlüğüne çok benziyor. Uyuşturucunun yaygınlaşması, boşanmaların artması, intihar, suç ve şiddetin önlenemez yükselişi tesadüfi değildir.
Batının  “Egoizm ve Konfortizm” hastalıkları çöküşün işaretleri olarak düşünülmelidir. Bencilliği ve kişisel rahatını yücelten bireylerin çoğunlukta olduğu hiçbir toplum ayakta kalamaz.
Medeniyetlerin çöküşüne neden olan sosyopsikolojik değerler vardır. Bu değerlerin zayıflaması hazinenin boşalmasına neden olur.
1-Halkın yönetime sevgi ve güveninin zayıflaması,
2-Toplumda adalet ve dürüstlük duygusunun gerilemesi sonucu gelir dağılımının bozulması
3-İnsanların tembelleşmesi, lüks ve eğlencenin yüceltilmesi,
4-Görev ve sorumluluk duygusunda azalma olması aç gözlülük ve doyumsuzluğun yaygınlaşması
5-Sosyal ilişkilerde saygının ve empatinin değerini yitirmesi bencilliğin teşvik edilmesi
İbn-i Haldun’un tanımladığı Kanuni Sultan Süleyman’a sütkardeşi ve müderris Yahya Efendi tarafından hatırlatılan “Nemelazım be Sultanım” kıssası ile bilinen sosyolojik bir gerçek batının çöküşünün belirtilerinin başladığını bize gösteriyor.
“Kanuni Sultan Süleyman alim ve şeyh Yahya Efendi’ye; ‘Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?’ şeklinde mektup gönderir. Yahya Efendi sadece ‘Neme lazım be Sultanım!’ diye kısa bir cevap verir. Sultan Süleyman, cevaptaki hikmeti anlamak üzere Yahya Efendi’nin dergahına gider ve süt kardeşinden şu hikmetli cevabı alır;
‘Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de neme lazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve güveni sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir.”
Batı medeniyeti eğer bir çözüm üretemezse kendisine kötü bir mazi bırakacak doğru değerleri yaşayanlar da parlak bir istikbale sahip olacaklar.
Sadece devleti yönetenlerin değil hepimizin Yahya Efendiden alacak çok dersi var.

http://www.haber7.com/haber/20120123/Batan-gemi-mi-Bati-Medeniyeti-mi.php