25 Haziran 2013 Salı

Taksim Manifestosu / Dücane Cündioğlu

Dücane Cündioğlu


BİR


A’raftayım, ve yalnızım.
Aradayım.
Lakin ne bir yanım cennet, ne öte yanım cehennem, bilakis iki yanım da tümüyle cehennem!
Sade iki yanım mı, dörtbir yanım, her yanım, âteş-zâr olmuş sanki, dinmek bilmez alevler içinde yanmaktayım. Çünkü yaşamları boyunca hep haklı olanların arasındayım.

Avurtlarını kendi hakikatleriyle, ama hep hakikatleriyle şişirenlerin arasında. Hiç çekinmeden gerçeği insanın yüzüne tükürenler arasında. Aslâ kuşku duymayanlar, kesinlikle tereddüt etmeyenler, ömürlerinde bir kez bile olsun yanılmayanlar, ne tuhaf değil mi, sanki hatadan berî, kusurdan âri olanlar arasında. Ama yine de meleklerin değil, sözümona insanların arasında. İnsanlarım arasında.

Sözcüklerimi özenle ve dikkatlice seçmek zorundayım bu yüzden. Öncelikle kırmadan, incitmeden ifade etmeyi becerebilmeli, bîtaraf olan bertaraf olur gibi klişelere yüz vermeden ne yapıp edip kesin inançlılığın o yakıcı alevleri arasından geçebilmeliyim.

Ah, kibir ve tekebbürün hâlelediği düşünce ve davranışlara yine kibirle karşılık vermekten ne de hoşlanır şu insan nefsi! Hitabetin şehvetine kapılmaktan meselâ, hele hele göze göz, dişe diş keskinliğinde nârâlar savurmaktan!

Ah ki ne ah!
Ben nefsimi aklayamam, çünkü nefs hep kötülüğe mecbur eder insanı, demek, diyebilmek için, Züleyha gibi, günahlarının ateşinde arınmayı bekleyemez de insan, bir intikam savaşçısı gibi kalın zincirlerini bileğine doladığı o koca gürzüyle mukabele bi’l-misl diye haykırır her defasında, ve böylelikle mızrağını hukuk’un en kadîm ilkesinin üzerine fırlatmakta bir an bile tereddüt etmez, kısasa kısas der hiddetle. Mazlum ve mağdur olduğuna inanmıştır ya bir kere,zulm ü cevr, kahr u cefa bundan böyle bir tek düşmana yakışır vasıflar haline dönüşür. Düşmana, yani kendisine benzemeyene, yani kendi hakikat tasavvurunun dışında kalana, ya başı örtülüye, ya başı örtüsüze, ama hep ötekine. Türk veya Kürt, Sünni veya Alevi, Müslüman veya Hıristiyan veya Yahudi, şu ya da bu yafta üzerinden ötekileştirebildiğimiz her insana. Ama hep insana.

Bu ahvalde yasa hiç değişmez, mağdur olan mağrur olur, ve insan bir kez kendisinin hakkın yanında yer aldığına inanmayagörsün, hakkın da hep kendi yanında yer aldığına inanır. Haklı olmak mağrur olanın gururunu besler, büyütür ve güçlendirir. Haklı olmak, yani her daim birilerinden alacaklı olmak, ve dolayısıyla, şişinmenin gereğidir koşulsuz surette onaylanmayı istemek.

Yanılmamalı, bu bağlamda onaylanmak demek, her defasında kabul ve tasdik görmek demek değildir, bilakis her türlü red ve inkarın, tuhaf biçimde, haklılığın tasdiki anlamını kazandığı yerdir burası. Karşıdan gelen şiddet arttıkça, tarafların haklılıklarına olan inançları da artar. Çünkü mağduriyet de artmıştır. Gurur, işbu mağduriyet duygusuna süreklilik kazandıran hâlin adıdır. Küçük zaferlerle mahiyeti kadar hüviyeti de değişir gururun, ve bir çırpıda tekebbüradını alır da kimseler farketmez. İçin için içi oyulur insanın. Ah, şu zavallı insanın.

Bilirim, iktidarın da, muhalefetin de mağduru oynadığı bir zeminde konuşmak zordur, zira mağrurlar arasında tek başına kalmak zordur, hele hele ancak kendi ideolojik sınırları içinde güvenlik duygusunu tadabilen geniş kitlelerin önünde.

Taraflara itidal ve sükûnet tavsiye etmek de -özellikle hassas dönemlerde- ortayolculuğun o tipik, o zavallı çöpçatanlığına soyunmaktan başka bir mânâ ve değer taşımaz nezdimde.

Sessiz kalmayı yeğlerim daha iyi. Susarım ve ürperirim. Tek başına durur ve beklerim.

Öyle ya, tikel olguların ya-ya da’cı karşıtlığa zorlayan taleplerine icabet etmekten kaçındığımızda, niçin kendimizi bir çırpıda tümel genellemeler üzerinden hem-hem de’ci uzlaşmaların eline bırakmak zorunda hissedelim ki?

Bu ülkenin adalete, mehabbete, rahmete hasret toprağının devasa zenginliklerine yaslanmak varken, lütfen biri çıkıp söylesin bize, niçin bu yangını, taraftarlarına ancak siperlerinin izin verdiği ufuk kadarıyla yorumlamayı marifet bilelim?

Bu, ne denli soylu bir tutum ise, o denli de yalnızlaştırıcı değil mi? Ne o, ne bu demek! Bir yandan ya-ya da’cılığın naif ve bir o kadar da saldırgan köktenciliğine iltifat etmemek, öte yandan hem-hem de’ciliğin klişelere teslim olmuş o ürkek arabuluculuğundan medet beklememek, söyler misiniz, bu noktadan sonra, kahve çekirdeği koyuluğundaki yalnızlığa mahkum olanların mırıldandığı şu belli belirsiz ezgiden gayrı ne kalır ki elimizde?

Ya-ya da’cı karşıtlık, en nihayet bir belirleme hamlesi, ne ki her sınırlama gibi eksik ve yetersiz (determinatio est negatio), bu nedenle de naif. Buna karşın hem-hem de’ci çözümleme gözünü tikellere dikmiş bir uyanıklığın toparlayıcılığıyla malul. Fenafillah’taki tatmin kadar. Kuşkuları alelacele yatıştırma isteğinin bir sonucu. Bir yorgunluk illeti. Bütünlüğün içinde erimenin keyfi. Sözde vuslat.

Bir de negatio negationis var oysa. Reddin reddi yani, inkarın inkarı, her türlü olumsuzlamanın olumsuzlanması! Ancak bu kuşatıcı bakışladır ki hakikati zıtların birliğinde görmeyi başarmak. Arifler cem'ü'l-ezdâd derler, Batılı talebeleri ise,coincidentia oppositorum. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu sezmek, ve ne yapıp edip miracın sonunda özne ile nesne’yi birliğe getirmek. Kısaca illâ demeden önce lâ demeyi bilmek, evet’ten önce hayır’ı seçmek! Hiçbir unsurun, hiçbir parçanın, hiçbir zerrenin kendi kimliğinden, kendine has özelliklerinden vazgeçmesini beklemeksizin tüm farklılıkları birliğe kavuşturmak. Ne yapıp edip efendi-köle diyalektiğinin sınırları üzerine çıkmak (Aufhebung) ve mukayyed olanın mutlak’ta temsiline izin vermek! Son tahlilde lâ-kaydî olmayı başarmak yani. Her defasında yoldan çıkmak için yeniden yola çıkmak!

Mansur ene’l-hak söyledi
Haktır sözü, hakkı söyledi
Nâdân mukayyed anladı
Ammâ ki mutlak söyledi

Yorumlayacak mısın, o halde evvela yorulacaksın, sadece aklın kılavuzluğuyla yetinmeyeceksin. Çünkü gevezeliğin ne yeri, ne de zamanı, tek başına hiçbir analist, hiçbir analiz üstesinden gelemez bu yangının, bir an evvel vicdan’ın sesine de kulak vermek gerekiyor, ortak vicdan’ın sesine, aslâ yüzde’lerle ifade edilemeyecek olan o ma’şerî vicdanın sesine. Sokaklarda, meydanlarda, mahkeme kapılarında değil, gönüllerimizde bulduklarımızın sesine. Kısaca, Anadolu’nun derinliklerinden devşirebileceğimiz engin müsamahanın, muhabbetin, şefkat ve merhametin sesine.

Evet, sade hakikatin sesine. Hakikatimizin sesine. Bu toprakların sesine, bizatihi yüzde 100’ün sesine.

Hiçbir miting meydanı bu yüzde 100’ü sînesinde ağırlayamaz, ne sokaklar, ne caddeler, ne stadyumlar, üstelik ne bir dernek, ne bir vakıf, ne bir parti, ne de herhangi bir ideolojik yapılanma halkı bütünüyle kuşatabilir, halkı, yani demos’u. Yüzde 100’ü sînesinde ağırlayacak tek meydan bütünüyle Türkiye’dir, halkın sînesinde huzurla gözünü yumabileceği zemîn ise sadece ülkenin kendisi, bu ülkenin tüm vatandaşlarını din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmaksızın her şeyiyle kucaklaması gereken en kapsamlı siyasî yapı da Türkiye Cumhuriyeti Devleti.

O halde kendimizi kandırmayalım, bu boyutta çıkan yangınları değme arazözler bile söndüremez. İbrahim gibi dörtbir yanımızdan alevler yükseliyorsa şayet, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu iç yakan ateşin sönmesi için küçük serçeciklerin ağızlarında taşıdıkları damlalara bile ihtiyacımız var demektir.

Kimse, boşuna, kibire kibirle galebe çalmayı düşünmesin, beceremez, o yukarıya kalkmış çenelerin sahipleri var ya, değil birbirlerini görmek, farkedemezler bile. Bu nedenle gurur ve kibrin üstesinden gelecek tek hâl sadece ve sadece tevazu’dur, yani içtenlik ve alçakgönüllülük.

Bir kez daha tekrarlamaktan niçin kaçınayım o halde, ihtiyacımız olan şey cesaret değil, tevazu. Süleyman’ın asasına değil, Davud’un neşidelerine ihtiyaç duymalıyız. Kudret yumruğunu ikide bir karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz. Her fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine.

İKİ


Adil olan her şey dine uygun mudur, yoksa dine uygun olan her şey adildir ama adil olan her şey dine uygun değildir de bir kısmı dine uygun, diğer kısmı da başka bir şey midir?


Platon’un, gençleri dinsizliğe sevkettiği gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiş ustasını savunmak amacıyla kaleme aldığı erken diyaloglarından birinde, Euthyphronda, yukarıdaki sorusuna mukabil, genç ve dindar muhatabının, kendi sözlerini takip edemediğinden yakındığını gören Sokrates, ona, zorla biraz kendini dostum, der ve kendisine, korku ile saygı arasındaki kapsayıcılık sorununun dindarlık ile adalet arasındaki ilişkiden hareketle nasıl adım adım soruşturulabileceğini göstermeye çalışır.

Saygı korku’dan daha kapsayıcıdır filozofumuza göre, çünkü saygı duyduğumuz her şeyden korkar ve sakınırız ve fakat kendisinden sakındığımız, korktuğumuz her şeye saygı duymayız, duymak zorunda da hissetmeyiz. İşte adalet ile dindarlık arasındaki ilişki de aynen böyledir. Dindarlık adaletin bir parçası olduğundan, dindarlığın olduğu her yerde adalet aranır ama adaletin olduğu her yerde dindarlık (inanç) aranılmaz. Başka bir deyişle, dindarlık adalet’in muayyen formlarından biridir ve adalet ilkesine asıl tâbi olması gereken dindarlıktır, dindarlığa tâbi olması gereken adalet’in kendisi değil!

Geleneksel siyaset felsefemiz, başından itibaren bu hakikatin farkında olmuş ve hiç değilse teorik olarak, adalet ilkesini, olması gereken yere, yani egemenliğin en temeline yerleştirmekte hiç ama hiç tereddüt etmemiştir.

Adalet mülkün (egemenliğin) temelidir demekle yetinmemiş, mülk küfr ile âbad olur, zulm ile âbad olmaz diyebilecek kadar siyasî irfanını isbat da etmiş.

Yönetimde sürekliliğin sözde iman’la değil, ancak adalet ilkesine riayetle mümkün olabileceğini, bundan daha iyi ne anlatabilir, bilemiyorum.

Kısacası, insanlık tarihi boyunca bütün uygar toplumların üzerine titizlendikleri en yüksek erdemlerden biri olmuştur adalet. Çünkü aklın değil sadece, vicdanın da toplumsal yaşamdan beklediği, bulamazsa hemen talep ettiği en öncelikli ilkedir. Görünümleri, koşulları, biçimleri, araçları belki zaman içerisinde değişebilir, farklılaşabilir ama esas itibariyle özü aslâ değişmez. Yanlış anlaşılmamalı, yasalardan değil, o yasaların bizatihi ruhundan söz ediyorum. Adalet’ten.

Aklî yasalar da değişir, dinî yasalar da. Şeriatlar, yani tarih içinde peygamberlere gelen farklı hukuk sistemleri bile değişmedi mi? Nuh’un şeriatı, İbrahim’in şeriatı, Musa’nın şeriatı... kısmen veya bütünüyle değişmeyeni var mı içlerinde?

Değiştiler, çünkü değişmeselerdi, toplumun da, yaşamın da özüne ters düşmüş olurlardı. Nitekim Osmanlı’nın son hukuk kodifikasyonlarından biri olan Mecellede bu hakikat şu şekilde dile getirilmiştir:

Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz!

Yani zamanın ve koşulların değişmesiyle birlikte yasaların da değişikliğe uğraması kaçınılmazdır.

Peki ya adalet, bu kavramın ve/veya bu insanî sezinin hiç mi değişme ihtimali yok?

Sizin anlayacağınız, Hızır’ın irfanında değişme mi olur, demek istiyorum. Ledünnî ilim düzeyinde. İlmini kendinden, insandan, Rabbinden elde edenin, baktıkları her an değişse bile acaba bizzat bakışı değişir mi hiç?

Vicdanınıza başvurun lütfen, derûnunuza yönelin, alacağınız yanıt hiç kuşkusuz ki olumsuz olacaktır. Hiçbir surette, hiçbir yerde zaman boyutu adalet burcunun taşlarını yerinden oynatamaz çünkü. Adalet bir mahalleyi, bir bölgeyi, bir ülkeyi değil, hatta yeryüzünü bile değil, bizatihi âlemleri ayakta tutan ilkedir. Kosmos’u. Ama önce insanı, zübde-i âlem olan insanı.

Kur’an’da yer alan, Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını belirten ayetlerdeki “hak ile” kaydı, hemen hemen bütün yorumcular tarafından “adl ile” (adalet ile) biçiminde tefsir edilmiş ve evreni ayakta tutan ilke olarak adalet vurgusu biteviye yinelenmiştir.

Bu satırları yazarken, adalet kavramını çözümlemekten çok yüceltmekten hoşlanan sorunlu bir coğrafyada düşünüyor olduğumu da unutmuş değilim, kavramları yücelttikçe onları yorumlama yetimizin zayıfladığını da. Bu yüzden adaleti bir kenarda tutup onun da ötesine işaret etmeye çalışacağım, toplum olarak irfanımızı asıl ispat etmemiz gereken sahaya. Tuhaf biçimde tüm adalet taleplerinin geçersiz ve yetersiz kaldığı en insanî noktaya.

Öncelikle bir ayeti hatırlatmakla yetineceğim, hani şu tüm Cuma namazlarında okunan ayeti (Nahl: 90), Allah’ın inananlara sadece adaleti değil, hemen yanısıra ihsanı da emrettiğini bildiren ayet-i kerimeyi.

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Düşünmeli değil mi, niçin tek başına adaletin zikri yeterli olmuyor da, hususen ihsan sözcüğünün zikredilmesine gerek görülüyor?

Yanıtı çok basit, adalet toplumsal barışı inşa etmek için tek başına yeterli değildir de ondan. Her zaman, daha fazlası gerekir. Ötesi.

Fazlası, yani afv. Nitekim bağışlamak karşılığında da kullanılan afv (affetmek) sözcüğünün kök-anlamı fazlalık’tır. Üstelik kısasa kısas gerilimini aşmanın en yetkin biçimidir de. Afv, doğrudan Kur’an’ın tanımıyla bir rahmettir. (Bakara: 178)

Yukarıdaki ayette ihsan sözcüğü zikredilmeyip de sadece adalet’le yetinilseydi, bu, âlem’in nesneleşmesi, insanın özne olmaktan çıkması, yaşamın da özgürlükten mahrum kalması anlamına gelirdi. Adalet demek, en temelinde,zorunluluk demektir çünkü. Mathesis universalis, evreni yöneten adaletin bir diğer adı, yani yasalara, kurallara koşulsuz bağlılık... dünyayı, yaşamı, insanı zorunluluğun boyunduruğuyla sınırlamak... ve istemden uzak tutulmak, istemden ve özgürlükten...

Belki de Tanrı, kişilerin gözyaşlarıyla bir şekilde uzlaşabilen bir tarihin sürekli reddinden ibarettir, der Levinas, Talmud okumalarında, ve hemen ardından ekler:

Teselli'nin varolmadığı bir dünyada barış kurulamaz!

Teselli’nin, yani umudun, yani süreklilik duygusunu diri tutacak bir kurtarıcılığın, yani daha özgür, daha eşit, daha kardeşçe bir dünya hayalinin varolmadığı bir dünyada barış da olmaz!

Adalet’in yanısıra ihsan’a da gerek var bu yüzden, sadece celal’in değil, cemal’in de cilvelerine ihtiyaç var.

İhsan sözcüğünün kökündeki hüsnü (güzelliği) sezebiliyor musunuz?

İhsan demek, güzellikte bulunmak, güzellik yapmak demek. Doğru olanla yetinmeyip onun da üstüne çıkmak, dünyayı zorunluluklar, yükümlülükler açısından yorumlamakla kalmayıp iyi’nin ve doğru’nun yanısıra bir de şu âleme güzelliğin penceresinden bakmak demek. Hani şu hüsn ü cemalin penceresinden. Hüsn ü aşkın. Sadece adaletin karşılığı mathesis universalisi değil, harmonia universalisi de görmek demek. Bağışlamanın, affetmenin, görmezden gelmenin, bazen zorunlulukların dahi ihmal edilebileceğini farketmenin önsezisiyle, sırf sevgilinin cilvelerine katlanmak kadar, onun da bizim cilvelerimize müsamaha göstereceğini ummak demek. Derdimden anlamaz, ben o yâri neyleyim diyen genç âşıkın aksine sevgili’yi her derdimizden anlar bilmek!
Bu yüzden olsa gerek, bana Allah nedir diye sorsalar en azından adalettir derim, derdi rahmetli babam.

Şu küçük kaydı anlamak ne kadar vaktimi aldı bir bilseniz: en azından...

Evet, olup bitenleri doğru yorumlayabilmek için, her tanımlama teşebbüsünün -hem de her defasında- en azından seviyelerinde olduğunu fark ve kabul etmeliyiz. Çokluk zat’ta, yani müsamma da değil ki, isimlerde. Zahirde. Yeryüzünde.

Hâlâ buradayız madem, isimlerin hakkını vereceğiz, isimlerinin sonsuzluğuna hürmeti elden bırakmayacağız. Allah sözcüğü, bir sözcük olmak itibariyle ism-i zat’tır, lakin en son tahlilde isimdir, zat değildir. Zat’ın aynasıdır. Varlığın. Özü ise irade ve kudrettir.

Kuvvet ve kudret, yani zorunluluk. İşte adalet’in kaynağı. Nerede adalet varsa, orada uluhiyetin tecellisi var demektir, kuvvet ve kudretin eşit ve zorunlu dağılımı yani.

Yasa çok açık: Mathesis Universalis’in istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir. Sırf bu nedenledir ki besmele’de Allah lafzının şiddeti, rahmet kökünden türeyen iki sıfatla dengelenir, Rahman ve Rahim ile.

Kudret ve adalet yetmez, kudreti merhamet’le, adaleti de ihsan’la desteklemek gerek, celâli ise cemal’le.

Göze göz, dişe diş keskinliğinde yargılarda bulunmak belki haklı, belki adilâne olabilir, ama söyler misiniz, hani ihsan nerede? Nerede cemalin tecellisi? Rahmet nerede?

Biliyoruz, zorunluluk kudret ve iktidarın gereği, uluhiyetin icabı, peki ya mehabbet nerede? Nerede şefkat ve merhamet? Sadece celaliyle tecelli eden güce mi boyun eğeceğiz, hani nerede rahmetinin genişliğinde eğlenebileceğimiz cemalinin tecellileri?

Kelâmcılar, istedikleri kadar, Hakk’ı fail-i muhtar (dilediğini eyleyen) ve kadir-i mutlak (saf ve mutlak güç) olarak tanımlamakla yetinsinler, biz, müslüman filozofların, hele hele ariflerin, Hakk’ı, rahmet ve şefkati kendisinden özü gereği taşan varlık (mucibun bi’z-zat) olarak açıklamakta ısrar ettiklerini de biliyoruz.

Peki onca ısrar niçin?

Elbette varlığın seyrine hürmet için!

Başka deyişle, hukuk afv ile, adalet ihsan ile, kudret rahmet ile dengelenmedikçe, değil sadece toplumsal yaşama, doğal yaşama da barışın hakim olamayacağını yakînen bildikleri için.

Fransız devriminin insanlığa armağan ettiği ünlü üçlemeyi hatırlamanın tam sırası!
liberté, égalité, fraternité

Osmanlılar bu üç terimi şu şekilde tercüme etmişlerdi:
hürriyet, müsavat, uhuvvet

Yani:
özgürlük, eşitlik, kardeşlik

Özgürlük ve kardeşlik olmazsa, hangi adalet mekanizması, tek başına, bir toplumun barış içinde yaşamasını mümkün kılabilir?

Hiçbir mekanizma!

Demek oluyor ki bizim en az adalet kadar, özgürlük ve kardeşliğe de ihtiyacımız var, eşitlik kadar farklılığa da, hem de su gibi, ekmek gibi, hava gibi.

İnsanın özüne aykırı her türlü baskı karşısında özgür, insan yaşamını belirleyen tüm yasalar karşısında eşit, tüm ayrımcı politikalara rağmen ve fakat inatla insanın özüne hürmeten yeryüzünün bütün insanlarıyla kardeş olmak, işte metafizik iddiaların, üzerinde tek tek sınanabilecekleri gerçeklik zemini.

özgürlük, eşitlik, kardeşlik 


not: Ducane Cundioglu'nun Taksim Manifestonun Uc'uncu basligina kismen katilip kismen katilmiyorum. Okumak isterseniz linkte devami mevcuttur.

21 Haziran 2013 Cuma

Lokmân Sûresi


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

الٓمٓ۠ ﴿١﴾ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْحَك۪يمِۙ ﴿٢﴾ هُدًى وَرَحْمَةً لِلْمُحْسِن۪ينَۙ ﴿٣﴾ اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ ﴿٤﴾ اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿٥﴾ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَر۪ي لَهْوَ الْحَد۪يثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍۙ وَيَتَّخِذَهَا هُزُواًۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُه۪ينٌ ﴿٦﴾ وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِ اٰيَاتُنَا وَلّٰى مُسْتَكْبِراً كَاَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَاَنَّ ف۪ٓي اُذُنَيْهِ وَقْراًۚ فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ ﴿٧﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتُ النَّع۪يمِۙ ﴿٨﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَعْدَ اللّٰهِ حَقاًّۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٩﴾ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا وَاَلْقٰى فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَم۪يدَ بِكُمْ وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۜ وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَر۪يمٍ ﴿١٠﴾ هٰذَا خَلْقُ اللّٰهِ فَاَرُون۪ي مَاذَا خَلَقَ الَّذ۪ينَ مِنْ دُونِه۪ۜ بَلِ الظَّالِمُونَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ۟ ﴿١١﴾وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ ﴿١٢﴾ وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٣﴾ وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِۚ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْناً عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ اَنِ اشْكُرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيْكَۜ اِلَيَّ الْمَص۪يرُ ﴿١٤﴾ وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلٰٓى اَنْ تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفاًۘ وَاتَّبِعْ سَب۪يلَ مَنْ اَنَابَ اِلَيَّۚ ثُمَّ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿١٥﴾ يَا بُنَيَّ اِنَّـهَٓا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَط۪يفٌ خَب۪يرٌ ﴿١٦﴾ يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَۜ اِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِۚ ﴿١٧﴾ وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحاًۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ ﴿١٨﴾ وَاقْصِدْ ف۪ي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَۜ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟ اَلَمْ تَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَاَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةًۜ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُن۪يرٍ ﴿٢٠﴾ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ الشَّيْطَانُ يَدْعُوهُمْ اِلٰى عَذَابِ السَّع۪يرِ ﴿٢١﴾ وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۜ وَاِلَى اللّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ ﴿٢٢﴾ وَمَنْ كَفَرَ فَلَا يَحْزُنْكَ كُفْرُهُۜ اِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ فَنُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُواۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٢٣﴾ نُمَتِّعُهُمْ قَل۪يلاً ثُمَّ نَضْطَرُّهُمْ اِلٰى عَذَابٍ غَل۪يظٍ ﴿٢٤﴾ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٢٥﴾ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ ﴿٢٦﴾ وَلَوْ اَنَّ مَا فِي الْاَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ اَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِه۪ سَبْعَةُ اَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ ﴿٢٧﴾ مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ ﴿٢٨﴾اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۘ كُلٌّ يَجْر۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى وَاَنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ ﴿٢٩﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ وَاَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُۙ وَاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَب۪يرُ۟ ﴿٣٠﴾ اَلَمْ تَرَ اَنَّ الْفُلْكَ تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِنِعْمَتِ اللّٰهِ لِيُرِيَكُمْ مِنْ اٰيَاتِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ ﴿٣١﴾ وَاِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌۜ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا كُلُّ خَتَّارٍ كَفُورٍ ﴿٣٢﴾ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ وَاخْشَوْا يَوْماً لَا يَجْز۪ي وَالِدٌ عَنْ وَلَدِه۪ۘ وَلَا مَوْلُودٌ هُوَ جَازٍ عَنْ وَالِدِه۪ شَيْـٔاًۜ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا۠ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ ﴿٣٣﴾ اِنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِۚ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَۚ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْاَرْحَامِۜ وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَداًۜ وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ بِاَيِّ اَرْضٍ تَمُوتُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ ﴿٣٤

***

Lokmân Sûresi


RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

(1) Elif-Lâm-Mîm. 

(2) BUNLAR, ilahî fermanın hikmet dolu mesajlarıdır, 

(3) güzel işler yapanlar için rahmet ve hidayet kaynağı (olan mesajlar);

(4) onlar ki namazlarında kararlılık gösterir ve karşılıksız yardımda bulunurlar: çünkü onlar içlerinde öteki dünyaya kesin bir inanç besleyenlerdir.

(5) İşte Rablerinin gösterdiği doğru yol üzerinde olan ve dolayısıyla nihaî mutluluğa erişecek olanlar bunlardır.

(6) Ama insanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için [yol gösterici mesajlar üzerinde] 
kelime oyunu yapmaya kalkışırlar: böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor. 

(7) Böyle birine mesajlarımız aktarıldığında, sanki kulaklarında bir sağırlık varmış da onları hiç duymamış gibi, küstahça yüz çevirir: işte ona [öteki dünyada] acıklı azabı haber ver! 

(8) [Buna karşılık] iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar mutluluk bahçelerine kavuşacaklar,

(9) orada Allah'ın şaşmaz vaadine uygun olarak temelli kalacaklar: çünkü O, kudret ve hikmet Sahibidir.
(10) O, gökleri görünür destekler olmadan yarattı; sizi sarsmasın diye yeryüzünü sabit dağlar ile donattı ve orada her çeşit canlı varlığın çoğalmasını sağladı. 
Biz gökyüzünden sular indirir ve bununla yeryüzünde her türlü faydalı [canlı]nın yetişip büyümesini sağlarız. 

(11) Bunlar[ın tümü] Allah'ın hilkatidir: Peki, gösterin bana, O'ndan başkası ne yaratabilmiş! Hayır, [gösteremezsiniz,] zalimler açık bir sapıklık içindedirler! 

(12) BİZ, Lokman'a şu hikmeti bağışladık: "Allah'a şükret; çünkü [O'na] şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük etmeyi tercih eden ise [bilsin ki], 
Allah, kesinlikle hiçbir şeye muhtaç değildir ve her zaman hamde layıktır". 

(13) Lokman, oğluna öğüt verirken şöyle konuştu: "Ey Benim sevgili oğlum! Allah'tan başkasına ilahî sıfatlar yakıştırma! 
Bil ki, böyle [düzmece] ortaklık yakıştırmalar, gerçekten büyük bir zulümdür! 

(14) [Allah diyor ki:] ‘Biz, insana, anne babasına karşı iyi davranmasını emrettik: annesi onu nice acılara katlanarak karnında taşıdı ve çocuğun annesine bağımlılığı iki yıl sürdü; [öyleyse, ey insanoğlu,] Bana ve anne babana şükret, [unutma ki] bütün yollar sonunda Bana ulaşır'.

(15) [Allah diyor ki:] ‘[Anne babana saygılı ol;] ama eğer senin aklının [ilahlık] yakıştıramayacağı bir şeye Benimle birlikte ilahlık yakıştırman için zorlarlarsa onlara uyma; 
[o durumda bile] onlara bu dünyada iyilikle davran ve Bana yönelenlerin yolundan git. 
Sonunda hepiniz Bana döneceksiniz; ve o zaman [hayatta iken] yapmış olduğunuz her şeyi [gerçek şekliyle] size göstereceğim'". 

(16) [Lokman,] "Ey yavrucuğum!" [diye devam etti] "Ortada yalnızca hardal tanesi kadar bir şey de olsa, [yaptıklarınız] bir kayanın içinde [saklı] da bulunsa, yahut gökler[in tepesin]de ve yer
[in derinliklerin]de de olsa Allah onu aydınlığa çıkarır: çünkü Allah, kuşkusuz, akıl-sır ermez bir [hikmet Sahibi]dir ve her şeyden haberdardır. 

(17) Ey yavrucuğum! Namazında kararlılık göster, doğru ve yararlı olanı emret, kötü ve eğriden vazgeçir, başına gelebilecek her [belaya] sabırla katlan: 
bu, azim ve kararlılık gösterilmeye değer bir şeydir!

(18) "[Yersiz] bir gurura kapılarak insanlara üstünlük taslama ve yeryüzünde küstahça gezip durma: unutma ki Allah, böbürlenerek küstahlık yapanları sevmez.

(19) "Davranışlarında ölçülü ve dengeli ol, sesini yükseltme: çünkü, unutma ki, seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır..."

(20) ALLAH'IN göklerdeki ve yerdeki her şeyi emrinize verdiğini, nimetlerini açıkça veya gizlice önünüze alabildiğine serdiğini görmez misiniz? 
Yine de insanlar arasında öylesi var ki, [Allah hakkında] hiçbir bilgisi, bir rehberi ve aydınlatıcı bir vahiy olmadan O'nunla ilgili tartışmalara girer;

(21) ve böyle [insanlara] Allah'ın bahşettiğine tâbi olmaları söylendiğinde, "Hayır, biz, atalarımızdan gördüğümüz [inanç ve eylem biçimlerin]e uyarız!" derler. 
Öyle mi, ya Şeytan onları yakıcı ateşin azabına çağırmışsa? 

(22) Kim bütün benliğiyle Allah'a teslim olursa ve aynı zamanda doğru ve yararlı işlerde bulunursa, hiç sarsılmayan [sağlam] bir dayanak elde etmiş olur: çünkü her şeyin akibeti Allah'ın elindedir. 

(23) Hakikati inkara şartlanmış olana gelince, onun inkarı seni üzmesin: onlar sonunda Bize dönecekler ve o zaman, 
[hayatta iken] yaptıklarının [gerçekte] ne olduğunu onlara göstereceğiz: çünkü Allah, [insanların] kalplerindekini en iyi bilendir.

(24) Onlara kısa bir süre hayatın zevkini yaşatır, ama sonunda şiddetli bir azaba sürükleriz.

(25) [ÇOĞU İNSAN] gibi, şayet onlara, "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan, hiç tereddüt etmeden "Allah'tır!" derler. 
De ki: "[O halde bilin ki] bütün övgüler yalnız Allah'a mahsustur!" Fakat onların çoğu [bunun ne demek olduğunu] bilmez. 

(26) Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şüphesiz yalnız Allah, kendi kendine yeterlidir, bütün övgüler yalnız O'na mahsustur!

(27) Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsaydı, denizler de mürekkep, sonra yedi deniz [daha] eklenseydi, Allah'ın sözleri yine de tükenmezdi: 
çünkü Allah, kudret ve hikmet Sahibidir. 

(28) Hepinizin yaratılması ve yeniden diriltilmesi, [O'nun için] tek bir can[lının yaratılması ve diriltilmesi] gibidir: Şüphe yok ki Allah, her şeyi işiten, her şeyi görendir. 

(29) Bilmez misin gündüzü kısaltarak geceyi uzatan ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatan Allah'tır; O, her biri belirlenmiş bir vade içinde hareketini sürdüren güneşi ve ayı 
[kendi yasalarına] tâbi kılmıştır; ve bütün yaptıklarınızdan haberdardır?

(30) Gerçek budur: yalnızca Allah, Mutlak Hakikattir, ve insanların O'ndan başka çağırdıkları her şey tamamiyle değersiz ve geçersizdir; 
çünkü yalnız Allah yüce ve gerçekten uludur!

(31) Görmez misin, gemiler Allah'ın lütfu ile denizlerde nasıl yol alıyorlar ve böylece Allah kendi varlığının bazı işaretlerini önünüze nasıl koyuyor? 
Kuşkusuz bunda, sıkıntılara sonuna kadar göğüs geren ve [Allah'a karşı] derin bir şükran duygusu taşıyanlar için mesajlar vardır.

(32) Nitekim, dalgalar onları [ölümün] gölgeleri gibi kuşattığında, [o anda] bütün içtenlikleriyle yalnız ve sadece Allah'a bağlanarak O'na sığınırlar: fakat Allah onları sağ salim kıyıya ulaştırdığında da bir kısmı yolun ortasında [inanmak ile inkar etmek arasında] kalıverirler. Ama hiç kimse, haince bir nankörlüğe kapılmadıkça mesajlarımızı bile bile reddetmez.

(33) EY İNSANLAR! Rabbinize karşı sorumluluğunuzu unutmayın; ve ne hiçbir anne babanın çocuğuna herhangi bir faydasının erişebileceği, ne de hiçbir çocuğun anne babasına en ufak bir fayda sağlayamayacağı Gün'den korkun! Unutmayın, Allah'ın [yeniden diriltme] vaadi gerçektir: öyleyse, bu dünyanın sizi ayartmasına izin vermeyin, 
ve Allah hakkındaki müfsitçe düşüncelerinizin sahte cazibesine kapılmayın!

(34) Son Saat'in ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir; yağmuru yağdıran O'dur; rahimlerde yer alanı [yalnız] O bilir: 
Halbuki kimse yarın ne kazanacağını ve hangi topraklarda öleceğini bilmez. [Yalnız] Allah, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.

(KUR'AN MESAJI Meal-Tefsir MUHAMMED ESED)

***

LUQMAN

In the name of god, the most gracious, The dispenser of grace
(1) Alif. Lam. Mim.
(2) THESE ARE MESSAGES of the divine writ, full of wisdom, 
(3) providing guidance and grace unto the doers of good
(4) who are constant in prayer and dispense charity: for it is they, they who in their innermost are certain of the life to come! 
(5) It is they who follow the guidance [that comes to them] from their Sustainer; and it is they, they who shall attain to a happy state!
(6) But among men there is many a one that prefers a mere play with words [to divine guidance], so as to lead [those] without knowledge astray from the path of God, 
and to turn it to ridicule: for such there is shameful suffering in store. 
(7) For, whenever Our messages are conveyed to such a one, he turns away in his arrogance as though he had not heard them - as though there were deafness in his ears. 
Give him, then, the tiding of grievous suffering [in the life to come].
(8) [As against this,] verily, those who attain to faith and do righteous deeds shall have gardens of bliss,
(9) to abide therein in accordance with God's true promise: for He alone is almighty, truly wise.
(10) He [it is who] has created the skies without any supports that you could see, and has placed firm mountains upon the earth, lest it sway with you, and has caused all manner of living creatures to multiply thereon. And We send down water from the skies, and thus We cause every noble kind [of life] to grow on earth.
(11) [All] this is God's creation: show Me, then, what others than He may have created! Nay, but the evildoers are obviously lost in error! 
(12) and, indeed, we granted this wisdom unto Luqman: 'Be grateful unto God - for he who is grateful [unto Him] is but grateful for the good of his own self; whereas he who chooses to be ungrateful [ought to know that], verily, God is self-sufficient, ever to be praised! 
(13) And, lo, Luqman spoke thus unto his son, admonishing him: 'O my dear son! 
Do not ascribe divine powers to aught beside God: for, behold, such [a false] ascribing of divinity is indeed an awesome wrong! 
(14) 'And [God says:] 'We have enjoined upon man goodness towards his parents: his mother bore him by bearing strain upon strain, and his utter dependence on her lasted two years: [hence, O man,] be grateful towards Me and towards thy parents, [and remember that] with Me is all journeys end. 
(15) '[Revere thy parents;] yet should they endeavour to make thee ascribe divinity, side by side with Me, to something which thy mind cannot accept [as divine], obey them not; but [even then] bear them company in this worlds life with kindness, and follow the path of those who turn towards Me. 
In the end, unto Me you all must return; and thereupon I shall make you [truly] understand all that you were doing [in life].' 
(16) 'O my dear son,' [continued Luqman,] 'verily, if there be but the weight of a mustard-seed, and though it be [hidden] in a rock, or in the skies, or in the earth, 
God will bring it to light: for, behold, God is unfathomable [in His wisdom], all-aware 
(17) 'O my dear son! Be constant in prayer, and enjoin the doing of what is right and forbid the doing of what  is wrong, and bear in patience whatever [ill] may befall thee: this, behold, is something to set one's heart upon!
(18) 'And turn not thy cheek away from people in [false] pride, and walk not haughtily on earth: for, behold, 
God does not love anyone who, out of self- conceit, acts in a boastful manner.
(19) 'Hence, be modest in thy bearing, and lower thy voice: for, behold, the ugliest of all voices is the [loud] voice of asses'
(20) ARE YOU NOT aware that God has made subservient to you all that is in the heavens and all that is on earth, and has lavished upon you His blessings, both outward and inward? And yet, among men there is many a one that argues about God without having any knowledge [of Him], without any guidance, and without any light-giving revelation; 
(21) and when such [people] are told to follow that which God has bestowed from on high, they answer, 'Nay, we shall follow that which we found our forefathers believing in and doing!' Why - [would you follow your forefathers] even if Satan had invited them unto the suffering of the blazing flame? 
(22) Now whoever surrenders his whole being unto God, and is a doer of good withal, has indeed taken hold of a support most unfailing: 
for with God rests the final outcome of all events.
(23) But as for him who is bent on denying the truth - let not his denial grieve thee: unto Us they must return, and then We shall make them [truly] understand all that they were doing [in life]: for, verily, God has full knowledge of what is in the hearts [of men].
(24) We will let them enjoy them - selves for a short while - but in the end 
We shall drive them into suffering severe.
(25) AND THUS it is [with most people]: if thou ask them, 'Who is it that has created the heavens and the earth?' - they will surely answer, 
'God.' Say: '[Then you ought to know that] all praise is due to God!'- for most of them do not know [what this implies]. 
(26) Unto God belongs all that is in the heavens and on earth. Verily, God alone is self-sufficient, the One to whom all praise is due!
(27) And if all the trees on earth were pens, and the sea [were] ink, with seven [morel seas yet added to it, the words of God would not be exhausted: for, 
verily, God is almighty, wise.
(28) [For Him,] the creation of you all and the resurrection of you all is but like [the creation and resurrection of] a single soul: for, verily, God is all-hearing, all-seeing. 
(29) Art thou not aware that it is God who makes the night grow longer by shortening the day, and makes the day grow longer by shortening the night, and that He has made the sun and the moon subservient [to His laws], each running its course for a term set [by Him] - and that God is fully aware of all that you do? 
(30) Thus it is, because God alone is the Ultimate Truth, so that all that men invoke instead of Him is sheer falsehood; and because God alone is exalted, truly great! 
(31) Art thou not aware how the ships speed through the sea by God's favour, so that He might show you some of His wonders? 
Herein, behold, there are messages indeed for all who are wholly patient in adversity and deeply grate'ful [to God].
(32) For [thus it is with most men:] when the waves engulf them like shadows [of death], they call unto God, sincere [at that moment] in their faith in Him alone: but as soon as He has brought them safe ashore, some of them stop half-way [between belief and unbelief] 
Yet none could knowingly reject Our messages unless he be utterly perfidious, ingrate. 
(33) O MEN! Be conscious of your Sustainer, and stand in awe of the Day on which no parent will be of any avail to his child, nor a child will in the least avail his parent! 
Verily, God's promise [of resurrection] is true indeed: let not, then, the life of this world deludes you, and let not [your own] deceptive thoughts about God delude you!
(34) Verily, with God alone rests the knowledge of when the Last Hour will come: and He [it is who] sends down rain; and He [alone] knows what is in the wombs: 
whereas no one knows what he will reap tomorrow, and no one knows in what land he will die, Verily. God [alone] is all-knowing, all-aware.

(The message of THE QUR'AN MUHAMMAD ASAD)

***

4 Haziran 2013 Salı

Taksim, mezhep, kardeş kavgası.. / İbrahim Karagül

İBRAHİM KARAGÜL

Bu iş kontrolden çıktı. Haklı haksız birbirine karıştı. Siyasi muhalefet duygusu linç operasyonuna dönüştü. Çirkeflikler gerçeklerin üstünü örter hale geldi. Gösteriler meşruiyet zeminini hızla kaybedip kaosa dönüştü.

Kitleleri harekete geçirmek isteyenlerin sosyal medyadaki inanılmaz seviyesizlik örnekleri ürküttü. Sabah 'haydi isyana' çağrıları yapanlar, alabildiğine felaket tellallığı yapanlar akşam korkup 'ne olur sakin olun, evinize gidin' diye yalvarır oldu.

Korkunç bir öfke, nefret söylemi sokaklardan bütün ülkeye yayılmak isteniyor sanki. Aklı başında bildiğimiz insanların bu nefreti nasıl körüklediğini görüyoruz. Kişisel öfkenin toplumsal algıya dönüştürülmek istendiğine tanık oluyoruz.

Bazı gazeteciler militanlaştı, örgüt yönetir oldu. Bazı sanatçılar ellerinden gelse bütün İstanbul'u ateşe verecek hale geldi. Atılan adımların, söylenen sözlerin sokaklarda nasıl yankılandığını, Türkiye genelinde nasıl bir infiale neden olacağını düşünen neredeyse kalmadı.

Yarın insanlar sokakta birbirini öldürmeye başlarsa bu insanlar sorumluluğu nasıl kaldıracak, kimse bunu sormuyor. Olay, gidişat oraya doğru, görmüyor musunuz?

Burada Gezi Parkı yok, burada hükümet karşıtlığı ya da siyasi muhalefet de yok.

Burada başka bir şey var. Yeni yeni farkına vardığımız, Türkiye için, herkes için son derece tehlikeli başka şeyler var.

Panik havası yayanlara bakıyorsunuz, büyük çoğunluğu yabancı. Türkiye'de adeta 'iç savaş var' görüntülerini dünyaya servis ediyorlar. Kimisi yabancı gazeteci, kimisi yabancı istihbarat mensubu, kimisi bilmem hangi ülkenin hangi kuruluşunun temsilcisi.

Fransa'dan, İngiltere'den, Almanya'dan adamlar, Türkiye'de sokakları coşturuyor, insanları isyana çağırıyor. Araçların üzerine çıkıp 'on kişi, yirmi kişi öldü' anonsları yaptırıyor.

Bazı üniversiteler, sermaye grupları, meslek grupları bunlarla aynı paralelde, planlanmış bir programa göre, pozisyon alıyor.

Daha önce Türkiye'yi yönetmeye alışkın olan, iç siyaseti yıllarca dizayn eden derin yapılar yeniden ortaya çıkıyor, suskunluklarını bozuyor, sokakları, örgütleri hareket ederek yeni bir Türkiye biçimlendirmeye çalışıyor.

Bu güçlerle ortak hareket eden, bu ülkede darbeler planlayan Avrupalı ve Atlantik ötesi yapılar yeniden ortaklık görüntüsü veriyor. Türkiye'de ne planlanıyorsa ortak planlandığını bir kez daha görüyoruz.

Barış süreci, Kürt meselesindeki ilerlemeler onları oldukça rahatsız etmiş olmalı ki, bunu boşa çıkarmaya dönük çıkışlar yapıyorlar. Birkaç gün içinde bazı PKK'lı unsurları yeniden çatışma alanlarına bile sokabilirler.

Ama madem barış süreci tahminlerden daha büyük destek aldı o zaman başka kırılma alanlarına odaklandılar. Etnik çatışmayı yeniden çıkaramazlarsa mezhep, kimlik üzerinden Türkiye'nin zaaf noktalarını kaşımaya, hareket etmeye çalışacaklar.

Taksim'de başlayıp şekil değiştirerek devam eden süreç buraya doğru gidiyor. Bu ülkenin insanlarını, sokaklarını yeniden bölmeye, ayrıştırmaya, çatıştırmaya yönelik projeler uygulanıyor. Her geçen gün bu çalışmaların olgunlaştırıldığını görüyoruz.

Bu işin öyle birkaç günlük olmadığını, uzun süredir planlandığını, bazı Avrupa ülkelerinin bütün unsurlarıyla işin içinde olduğunu, İstanbul'dan Türkiye'nin geneline yönelen bir proje uygulandığını görüyoruz.

En çok korktuğum şey, bence bütün ülke bundan korkmalı; birileri bu Ortadoğu'daki mezhep krizini Türkiye'ye çağırıyor. O birilerinin birkaç göndür devam eden eylemleri, hızla o tarafa yönlendireceğini, bu ülkedeki Aleviler ve Sünniler arasında kardeş kavgası çıkarmayı deneyeceğini göreceğiz. Yine o birilerinin belki birkaç gün sonra, Alevi kardeşlerimizi isyana çağıracak kadar arsızlaşacağını da.

Bunlar korkutucu, bunlar hükümete yönelik tepkiyi de aşan hesaplar. Belki bugün abartılı görünebilir ama işin arkasındaki güçlere bakınca neler olabileceğini ya da ne tür senaryoların deneneceğini öngörmek zor değil.

Bu ülkenin siyasi aklı bir an önce harekete geçmeli. Cumhurbaşkanı, hükümet ve siyasi partiler, muhalefet dilini tekrar kendi yörüngesine sokacak basireti, olgunluğu gösterebilmeli.

Sınırötesi ortaklarıyla yıllardır tezgah üstüne tezgah deneyen güçlerin ipleri ellerine almasına izin verilmemeli. Bu başarılamazsa Türkiye'nin önünde sadece kaos vardır, Suriye örneği vardır, tipik Ortadoğu sorunları vardır, bilinmeli.

İnanın bu işleri tezgahlayanlar, sokaktaki insanın itirazlarını kirli çıkarları uğruna heba edecek, bu ülkenin kutsallarını amaçları için hoyratça kullanmaktan çekinmeyecek.

Artık sokaklarda gösteri yapanları değil, oyun kurucuları sorgulama vaktidir. O oyun kurucular birkaç günde deşifre oldu. Bir süre sonra çırılçıplak ortaya çıkacaklar. Kurguları, planları da... İşte o zaman birileri hesap vermek zorunda kalacak. Türkiye, onlardan hesap soracak.

Akıllı olma zamanı. Sabır zamanı. Türkiye'nin sayısız kez yaşadığı tecrübelerden biri daha yaşanıyor. İnanıyorum öfke değil olgunluk başaracak. Kaos, düşmanlık değil, kardeşlik kazanacak.

İç savaş istiyorlar, sokak çatışmaları istiyorlar. Bu ülkenin kardeş kavgasına sürüklenmesine izin vermeyelim.