17 Mart 2013 Pazar

Kul hakkı versus insan hakkı / Rasim Özdenören


RASİM ÖZDENÖREN

Hıristiyan Batı kültüründe "insan hakları" kavramının kökeni hümanizma telakkisine dayanır.

Hümanizma, genelde her tür otoriteye karşı, özelde kiliseye karşı insanı özgür kılma çabası olarak ortaya çıkar. 14. yy.dan başlayarak bu çabaya nesnel bir temel bulma adına antik Yunan-Roma kültürüne müracaat edilmiştir. Çünkü bu kültürlerin mücerret insan kafasının ürünü olduğu kabul ediliyor ve kilise kültürüne karşı antik kültürü öne alarak savaşım verilmek isteniyordu.

Hümanizma, bazılarının düşündüğü gibi mücerret bir insan sevgisinin öne çıkartılması gayretiyle ilintili değildir. Evet, böyle bir gayret var, ancak bu gayreti besleyen telakki kiliseye karşı insanı özgür kılma niyetinin üzerine kuruludur. Nihai amaç insan sevgisi değil, fakat kilisenin otoritesini arka plana itme gayretidir. Bu telakki tarzı sonuçta amaçlanmamış ürünlerini ortaya çıkarmıştır: başka faktörlerin de desteğiyle Avrupa insanı, dünyayı keşfetme zımnında yeni ticaret yolları bulmuş, bilim, sanat ve felsefede yeni telakki tarzlarına ulaşmıştır.

Avrupa'da bireyciliğin (individüalizm) kökeni, liberal düşünce hümanizmaya dayanır. Rönesans'la birlikte sanatçının kişisel imzasını kullanması veya edebiyat ürünlerinde (örnekse Shakespeare) bireysel kişiliklerin resmedilmeye başlanması, hep bireyi öne çıkartma gayretleriyle ilgilidir. Ve bunun da kökeninde birey olarak insanın kiliseye başkaldırısı söz konusudur.

Nihayet 1789 Fransız İhtilali ile ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insanların özgürlüğünü, eşitliğini, zulme karşı direnme hakkı bulunduğunu, her türlü egemenliğin temelinde millet olduğunu, mutlak egemenliğin kişinin veya bir grubun değil fakat milletin elinde olacağını, yöneticilerin millete karşı sorumlu olduğunu dermeyan ediyordu.

Fark edileceği gibi bu bildirge de, isim olarak zikretmemekle birlikte, her satırında kilise otoritesine karşı bir başkaldırıyı dile getiriyordu. Daha önceki yüzyıllarda krallara taç giydiren merciin Papalık (yani kilise) olduğu hatırlanırsa, durum daha bir vuzuh kazanır.

Keza 16. yy.'da Reform hareketi aynı şekilde merkezî kilise otoritesini bertaraf edip onun yerine millî kiliselerin kurulmasını amaçlıyordu.

Özetle söylersek, bütün bu hareketlerin ve telakki tarzının dibinde, insana, kilise karşısında kişi olduğunu telkin etme maksadı yatmaktadır. İnsana, kiliseye karşı lisanı hal ile söyletilen şey: "Ey kilise, sen sensen, ben de benim; senin bana karşı hakların varsa, benim de sana karşı haklarım var!"

Müslüman toplumlar kiliseli bir hayat sürmediklerinden bu telakki tarzı onlara yabancıdır. Müslümanlar "kul hakkını" bilirler. "İnsan hakları" özneye dönük bir karakter taşırken "Kul hakkı" ötekine dönük bir nitelik taşır. Birinde kendi benini öne çıkartma gayreti varken, ikincisinde ötekinin (başkasının) hakkını ihlal etmeme titizliği öne çıkar.

İnsan hakları söyleminin özü "benim mülkiyet hakkım, benim konuşma hakkım, benim din ve vicdan özgürlüğüm, benim seçme hakkım" tarzında dışarıya karşı bir beyanı dile getirmeye matuftur. Kul hakkında ise "aman başkasının hakkını yemeyeyim, aman başkasının mülkiyetine bir haksızlık yapmayayım, aman başkasının dinine, vicdanına ilişkin bir hakkı ihlal etmeyeyim" dikkati söz konusudur.

İnsan hakları söylemi, insanın, kiliseye karşı özgürlüğünü dermeyan ederken sonuçta bencilliğe dönük bir söylem haline gelmişken, kul hakkı baştan beri ve daima diğerkâmlığı öngörmektedir. İlki bencilliğin, ikincisi özgeciliğin ifadesidir.


Not: Bu yaziyi bugun Emir Buhari Kultur Merkezinde Edebiyat ve Medeniyet sohbetinde Mahmut Kanik`la okuduk. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder